Romantik İslamcılıktan Reel İslamcılığa (1)

KADRİCAN MENDİ

Toplumsal yapımız siyasetten daha hızlı değişiyor,küresel kapitalizme eklemlenen ulusal sömürü çarkı geniş kitleleri sefaletle terbiye ederken düzenin silahlı koruyucuları halkı ve siyaseti tekrar ve tekrar üretilen “kemalizm” fetişizmine kulluğa mahkum ediyor.

Devletleşmiş ifsadın karşısında ise bireysellikten bireyciliğe doğru evrilen, liderlik ve örgütlülükten yoksun yan yana duran ama beraber olamayan binbir parçaya bölünmüş hak talepleri,ideolojik pozisyonlar husumet ve önyargılar var.

Geleneksellikten modernizme geçişin küresel dejenerasyonla çakışmasının oluşturduğu korkunç yozlaşma da bu vahim tabloyu tamamlıyor.

Bu genel panoramanın içinde en trajik olan şey ise “ahlak ve adalet”in temsilciliğine soyunan müslümanların örneklik iddialarını büyük ölçüde yitirmiş olmaları…

Tam da bu aşamada bu zaafiyet halinin sebeplerine dönük sağlıklı bir muhasebenin yapılması tarihsel bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

Böyle bir muhasebeye öncelikle İslamın bireysel olarak yaşanabilirliği inancını pompalayan resmi söylemle de örtüşen , ümmet olma, ümmetten sorumlu olma bilincini örseleyip,dini bir fantaziye , bir “bilgelik öğretisi”ne çeviren anlayışların azgınlaşmış bireyciliği hakim söylem haline getirmesi gerçeğini göstemekle başlamak gerek.

Saniyen; Türkiye’de ki kanaat önderlerinin; 28 şubat sarsıntısı ile parçalanan getto tipi yapılardan dönüşen yeni sosyal yapıyı ,”şehirli dindarlar” vakasını doğru kavrayamamaları ve şubat darbesin katmerleştirdiği “yaralı bilinç” halinin sisteme -hiçbir sorgulama yapılmaksızın- uyarlanması yönünde çözümler(!) pompalamalarından öte bir mesailerinin olmaması gerçeğine dikkat çekmeliyiz

ve tüm bunların gerisinde ise temel bir belirleyici olarak Muhafazakar kesimlerden “islamcı” yapılara kadar çok geniş bir yelpazede ” ne yapmalı” sorusuna verilen genelde iki farklı ama birbirini besleyen damardan beslenen ezberin olduğunu söyleyebiliriz

Bu iki ön kabulden İlki 60’lardan 28 şubat’a kadar yükselen bir dalga olarak gelen, islami kamuoyunun gündemine “parti” tartışmaları şeklinde giren stratejik olarak mevcut devlet mekanizmasını hedef alan anlayıştır;

kemalist cumhuriyet sonrası ümmet ile kopan irtibatın 60’lı yıllarla birlikte özellikle kitap çevirileriyle birlikte yeniden kurulmaya başlaması ile paralel bir islami uyanış sürecinin başladığı görüldü.

Ancak Kemalist cumhuriyetin oluşturduğu travma , islami uyanışın “öze dönüş” vurgusunun osmanlı hilafetinin idealleştirilmesi ile zaman zaman paralel ilerlemesi şeklinde sorunlu bir sürece yol açtı ki bu “saltanat islamı” diyebileceğimiz bir yorumun “parti” anlayışını belirlemesinde önemli rol oynadı.

Partisel mücadeleyi önceleyen stratejik tercihin arkasında kültüre, tebliğe, islam ülkeleriyle ilişkilere, cemaat yapılanmalarına kadar bir çok meselede tartışıldı.

Bu siyasetin İslamın halkın gündemine girmesindeki katkıları ile “İslami uyanış”ı kendi mecrasından saptırdığına kadar birçok yönden değerlendirilmesi yapılabilir, ancak lider kadroların önemli oranda muhafazakar-devletçi anlayıştan beslenmeleri ve zamanla parti çalışmalarının bir kariyer ve yükselme mekanizmasına dönüşmesi ile birlikte, parti liderliğinin giderek halkın gerisine düşmesi gerçeği göz ardı edilemez.

Dolayısıyla 28 şubat’a gelindiğinde parti bürokrasisinin kendini muhafaza etme refleksleri, bu uğurda her türlü tavize ve pazarlığa açık tutumları halk ile ve kendi tabanlarıyla olan irtibatı büyük oranda koparmış ve bir meşruiyet zaafı doğurmuştu.

Karizmatik lider ve onun gerisinde, bireylerin parti hiyerarşisindeki yükselişlerinin esas alındığı pratik,”İslami mücadele” kaygısının, öncelikle kendini sonra partiyi muhafaza etme kaygılarının gerisine düşmesine yol açtı, ki “eski mücahitlerin yeni müteahhitlere dönüşmesi” olarak adlandırılan süreç “İslami mücadele”nin tabandan yükselen bir “İslami hareket” olmaksızın sürdürülemeyeceğini acı bir şekilde ispatladı.

İslamın yaşamlaştırılmasına ilişkin ikinci hakim tez ise “nesil” vurgusunu ön plana çıkaran ; yeni ve dindar bir nesil yetiştirmeyi , böyle bir neslin çoğalmasıyla toplumunda “İslami”leşeceği önkabülünü işleyegelmiştir.

Bu tutum aslında devlet kadrolarını hedef alan “parti” anlayışıyla da büyük oranda örtüştü.

Bu öngörülerin kadroların dindarlaşması anlamında(ki nihai hedef olarak konan “cumhurbaşkanının bir dindar olması” ile birlikte kendisini tüketmiş oldu) ne kadar gerçekleştiği tartışılabilir ancak net olan bir şey var ki; bu dindar kadrolar beslendikleri kaynaklar itibariyle, riske değil kariyere güdülendirildikleri için değişen toplumsal dinamiklerle beraber dünyevi kazanımlarını kaybetmek istemeyen, modernleşmiş, şehirli, dindarlardan oluşan bir “yeni sınıf”a evrildiler.

işin ilginç yanı ise 28 şubat sonrası her iki damarında durumlarını tezlerinin iflası olarak değil “siyasal İslam”ın iflasına bağlamış olmalarıdır!

Her iki tezinde beslendiği; İslamı bireysel fıkıh çerçevesine hapseden islam anlayışının tarihi kökleri üzerinde durmayı bir başka yazıya bırakarak bu tezin temel paradigması üzerinde biraz durmakta fayda var.

Bu iki damarın ortak algılamaları islam’ın toplumu değil bireyi esas aldığı, “islam”ın ancak “bireysel”den hareketle yaşanabileceği yönündedir. bireye odaklanmış bu bakış toplumsal yozlaşmayı da salt bireylerin hatalarına bağlamakta, bu ise aslında mükemmel olmayan insan tekine kaldıramayacağı bir yük teklif etmek, bunu zorlamak, kaçınılmaz biçimde tıkanıklık yaşandığında da “birey”in açmazının toplumun tamamına nispet edilmesi gibi bir karmaşıklığa yol açmaktadır

Bu algılama sorununda Tevarüs ettiğimiz, islam’ın ancak bir devletle birlikte anlamlı olabileceği, devletin resmi yorumları dışındaki duruşların sapkınlık olarak değerlendirildiği muhalefetin toplumsallık kazandığı her türlü pratiği tehdit olarak algılayan resmi din-mezhep anlayışının da önemli payı vardır.

bu anlayış islam’ın siyaset yapma mekanizmasını mevcut devlet erkinin tepesindeki küçük bir azınlığa bırakırken ,halkla yönetim arasında oluşan boşluğu bireysel fıkıhla doldurmuş ve islamı devlet ve birey olarak iki farklı alana ayırmıştır

Yine resmi söylem dışında kalan tasavvufi anlayış ta bireyin, aciz kaldığı devlet erki karşısında yüceltildiği ve “insan-ı kamil” hedefi üzerinden aşkınlaştırılarak bu bastırılmışlığın telafi edildiği paralel bir yorum geliştirmiştir.

Ancak her iki yorumda sonuçta islamı adalet ekseninde değil birey ekseninde geliştirmeleri noktasında aynı sonuçlara ulaşmışlardır. bireyin yok edildiği cemaat yapılarında dahi bu iktidar ilişkisin yani erk karşısında iradesizleştirilmiş bireyin tek başınalığının ve dolayısı ile teslimiyetin üretildiğini görürüz.

Bu yorumun temel çelişkisi bireyi güçlü devlet karşısında cemaatleştirmek-cemaat içinde korumak amacıyla yola çıkmasına rağmen onu edilgenleştirmesi ve cemaat doğrularının tartışmasız taşıyıcısı ve onaylayıcısı olarak cemaat iradesini oluşturan değil, her birini ayrı ayrı, cemaatin iradesini onaylayan tekiller haline getirmesidir.

Modernleşmenin baskısıyla çözülen cemaat yapılarından ortaya çıkan birey işte bu ; ortak bir irade geliştirmeye dönük ufkunu,doğru yanlış,dost düşman tanımlarını, beraber iş yapabilme reflekslerini yitirmiş “tekil”likten ibaret bireydir.bunun doğal sonucu cemaat yapılarının özellikle cemaate vurgu yapmalarına rağmen aslında, ortak bir irade üretememiş bireylerin, karizmatik lider yada yorumların taklitçisi durumunda kalmış olmaları ve dolayısıyla cemaat yapılarından kurtulur kurtulmaz bu bastırılmış bireyselliklerinin kolayca bireyciliğe dönüşebilmesidir. çünkü yıkılan sadece cemaat yapılarının duvarları değil, oluşmasında bireylerin hiçbir iradi katkısının olmadığı anlamsızlaşmış içi boşalmış yorum ve pratiklerdir de. Dolayısıyla cemaat yapıları içinde siyaset üretebilme iradesini yitirmiş bireylerin, yıkılan duvarların dışında ve devlet erki karşısında mevcut siyasete teslim olmaktan, bu edilgenlikleri içinde kendilerine sunulan seçeneklerden birini onaylamaktan başka bir seçenekleri kalmamıştır.

Oysa Kur’an ‘ın Bireyin nefsinden -insan tek’inden değil , toplumun nefsinde olanı değiştirmesinden hareket eden bir kavramsallaştırması vardır. (1)

Burada toplumu da bireyler oluşturmuyor mu? şeklinde bir itiraz yapılabilir.

Kastettiğimiz şey; iyinin, doğrunun ve adaletin taşıyıcısının tekil bireyler değil toplumun tamamı olduğudur.

Toplum tek tek bireylerin toplamından fazla bir şeydir.

Birey toplumla diyalektik bir ilişki içindedir, yaptığı tercihlerle toplumda iyinin yada kötünün yerleşmesine katkıda bulunur ve yine sebep olduğu bu oluşumun bütününden iyi ve kötü yönde etkilenir.

Resuller görevlendirildikleri, sorumlu addedildikleri toplumun tamamına muhatap kılınırlar. Kur’an’ın değerler sistematiği bireyler üzerine kurulmaz. Muhatapları “insanlar, ehl-i kitap müşrikler,yalanlayıcılar, münafıklar, kalbinde hastalık bulunanlar Yahudiler, Nasraniler, sabiler, mecusiler, secde edenler,rüku edenler,fasıklar,müminler, Müslimler,Arabi-bedeviler,geçmişteki kavimler,… vs” topluluklarıdır ve tüm bu sıfat-fiiller o toplulukta ki belirleyici, mümeyyiz davranış kalıplarına göre verilen isimlerdir.en genel ayırım ise “Allah’ın tarafında olanlar ve Şeytan’ın yanında olanlar” topluluklarıdır.

Tüm bunlar birer topluluk birer sınıf olarak dikkate alınır ve her birini davete yönelik tavırlarına göre değerlendirilir.Davet edilir, tebliğ edilir, uyarılır, anlaşma yapılır, ittifak kurulur ya da savaşılırlar.

Müminlere ilişkin değerlendirmelerde de onların bütünü esas alınır. bireysel kurtuluş üzerine bir program önerilmez. Allah resulünün “mücadelesi-sünneti”nde de bireylere yönelik özel tutumlar mücadelenin bütünü esas alınarak değerlendirilmelidir.

Hemen şu akla gelebilir ;Hesap günü vereceğimiz hesap ve karşılaşacağımız ceza veya mükafat bireysel olmayacak mıdır?

Ancak bu da sonuçta bizim dünyada iken hangi topluma ait olduğumuz kimlerle beraber olduğumuz ve ait olduğumuz toplum içindeki amellerimizin bir karşılığı olacaktır. (2) insanın bireysel olarak yapıp ettikleri yaşadıkları toplumda ki genel gidişatın bir türevidir. bu o kadar itikadi bir şeydir ki “Allah’a ve Resulüne itaat”te karşılığını bulur. Resule itaat; düşmanını düşman dostunu dost bilmektir,yani taraf olmaktır ve eğer yanlış tarafta iseniz bireysel amelleriniz de boşa çıkmış demektir. (3)

Bu bağlamda sıkça kullanılan Kırk kişi olmadan açıktan tebliğ yapılmamasına ilişkin rivayetlerde aslında müslüman teklerin mükemmelleşmesinin beklenmesini değil toplamdaki güçlerini arttırmaları yönünde bir strateji izlendiğini gösterir. zira bu kırk kişi(rivayetleri esas alırsak) aynı zamanda müslüman olmadıkları gibi yaşları ve muhakkak algılama düzeyleri de aynı değildi.onları “mü’minler”den kılan her birinin birer “insan-ı Kamil” olması değil, Allah Resulünün yanında yer almaları ,”mücadeleye” O’nun safında katılmalarıydı.

Allah resulünün bireylerle ilişkisi onları toplumlarından izole edip “laboratuvar” ortamında yetiştirmek değil onları ait oldukları toplum içinde “Hakk” tan yana taraf olmaya davet etmek şeklinde idi. bunu gerçekleştirirken toplumsal realiteden kopuk bireysel kurtuluş reçetelerini değil mekke toplumunun egemenlerini doğrudan hedef alan Kur’an mesajlarını esas alıyordu.

O’nun oluşturduğu “ilk nesil” evlerde ders yaparak birer din alimi olmuş insanlar da değildi kuşkusuz. onların mektebi tüm riske rağmen peygamberin safında duranların, inananlara dahil olanların, kapalı kapılar arkasında değil somut bir mücadelenin içinde sınanıp olgunlaştığı “direniş mektebi” idi. bu mektepte inananlar iman, sadakat ve cesaretleri ile sınanıp olgunlaşmış, ve sonradan katılanlara da bu tecrübeyi ulaştırmışlardır.

Ve hepsinden önemlisi hep birlikte mü’min’lerin ortak iradesini oluşturmuş bütünün tamamından sorumlu tutulmuşlardır. Zira “onların işleri aralarında istişare iledir” (4)

Abese suresinde de öğretildiği gibi mü’minler topluluğunun sıradan bir üyesinin (veya adayının) ,resule ayak direyen ne kadar önemli olursa olsun herkese, her kurum veya bireye karşı öncelenmesinin sebebi de budur.potansiyeli ne olursa olsun mü’minlerle beraber olma iradesini ortaya koyan herkes bu ortak iradenin taşıyıcısıdır ve sırf bu yüzden önemlidir.

Zira Aslolan bireyin tekil olarak taşıdığı potansiyel değil, mü’minler topluluğu ile beraber olup olmadığı yada buna talip olup olmadığıdır. Bireysel kapasiteler mü’minlerin sadece alacağı sorumluluk derecesini belirler.

Bu noktada üzerinde durulması gereken ikinci mesele de Resullerin mücadelesinde “insan-ı kamil”e hamledilebilecek bir anlayışın olmayışıdır.

İnsan gerçeği Kur’an’da “nankördür , zalimdir, hüsrandadır(5)…vs.” olarak sunulmuştur. ancak ona iyi ve kötüyü tercih etme-kesbetme(6) yetisi verilmiş ve tercihle sorumlu tutulmuştur.

Vahyin amacıda zaten insanı melek yapmak değil, Allah’a teslim olmaya ,aralarında ve yeryüzünde adaleti tesis etmeye çağırmaktır. Mükemmelliğin olduğu yerde “Adalet” bir hedef olmaktan çıkar ki insanın macerası mükemmel olandan kopmasıyla başlamıştır(7)

Vahyin kusursuz-üstün insan gibi bir “kişisel gelişim projesi” önermediği o kadar nettir ki son surelerden olan Hucurat suresinde sert bir dille uyarılanlar mekke’yi fethetmiş ve bize örnek olarak gösterilen mü’minler,”asr-ı saadet” in “ilk nesil”idir.(8)

Bu İslamın insanı tüm realitesiyle ele aldığını ve mükemmel insanlardan oluşan mükemmel bir topluluk oluşturmak gibi bir ütopyayı hedeflemediğini gösterir. insandan istenen Hak-Batıl mücadelesi içindeki sorumluluğunu yerine getirmesi ve bunu tüm zorluklarına rağmen yapmasıdır ki Allah tarafından onaylansın yani “Allah’ın Rızası”nı kazansın.

“İslami Hareket” Hak-Batıl arasındaki mücadelede Müslümanlarının safıdır. (9)

Tarihin gerçekleri de sadece kendi coğrafyamızın son yüzyılını göz önünde bulundurduğumuzda “mükemmel birey” yada “nesil” yetiştirmek adına düzenle bir hesaplaşmayı erteleyen “furkan”sız ve hikmetsiz anlayışların defalarca iflas ettiklerini göstermiştir.

Müslüman bireyin “önce kendini düzeltmesi”ni vazeden bu anlayış aslında onu kendini “düzeltebileceği” tüm imkanlardan mahrum bırakmaktadır.

Çünkü “İslami hareket”in değil “birey”in esas alındığı bir vasatta Hakk ile batılın ayırdedileceği bir mücadele hattının oluşturulması imkansızdır ve bu durum aynı zamanda insanların doğru veya yanlıştan yana tercih yapabilmelerinin de imkansızlığı anlamına gelir.

Oysa birey olmak haddizatında tercih yapabilmektir. doğru ile yanlışın birbirinden ayrılmadığı bir vasatta gerçek bir tercihin oluşması bu tercih üzerinden bir “benlik” ve “kimlik”in inşaa edilebilmesi de mümkün olamaz.

Böyle bir cephenin ; hak ile batılın ayrıldığı bir “furkan”ın (Kur’an bedir gününü de bir furkan olarak vasıflandırır) bulunmadığı bir zeminde bireysel kavrayışlar,vehim ,görüş farklılıkları dolayısıyla hak ile batılın birbirine karışması sonucu çıkar.

Özne kendini karşıtına-“öteki”ne bakarak tanımlar.dolayısı ile bu”öteki” her müslüman birey, cemaat yada yapı için farklılaştığında ortaya çıkan kimliklerinde farklılaşması kaçınılmazdır.

Artık bu nokta da diyebiliriz ki bir ” İslami mücadele”den bahsedebilmek için öncelikle cephenin iki tarafının da siyaseten netleştirilmesi gerekmektedir.

Ancak bir mücadele cephesinin oluşturulmasını önceleyen böyle bir mesaide önceliği; Hakk’ın ne olduğu konusunda müslüman kesimlerle tartışma olarak belirlemek te önyargıların kemikleştiği, kafaların karıştırıldığı günümüz vasatında hikmete uygun bir davranış olmayacaktır.

Zira Hakk güzel ahlakla mı ,iktidar olmakla mı nesiller yetiştirmekle mi tezahür edecektir? tartışmaları asıl önceliklerimizi gölgeleyecektir. maalesef söz ayağa düşmüş, sağlaması yapılamaz hale gelmiştir. Batılın netleştirilmediği bu denklemde Hakk’ın tartışılır hale gelmesi de kaçınılmazdır.

O halde kritik soru şudur; “Batıl”ı nasıl netleştireceğiz?

Zira Batılın binlerce tezahürü olabilir, ve mağdurları açısından en önemlisi kendi tespit ettikleridir.

Ancak islami mücadele açısından tüm bu tezahürlerin deşifre edilebileceği ve merkezinde batıl’ın açık seçik seçilebileceği bir mücadele hattının oluşturulması elzemdir ve Tüm resuller tevhid mücadelesini bulundukları toplumda Batılın en görünür herkes tarafından tefrik edilebilir tezahürü üzerinden başlatmışlar ve adım adım geliştirmişlerdir.

Notlar:

1-rad/11. ve Enfal/ 53. ayetlerde de çok açık olarak değişim toplum esas alınarak ortaya konmuştur.her iki ayette de kavme izafe edilen nimet’in (mevcut halin) değiştirilmesi bireyin değil kavmim-toplumun nefsinde olanı değiştirmesine bağlanmıştır.

Bazı mealerde toplumun değil toplumdaki bireylerin kendi(nefis)lerini değiştirmeleri şeklinde serbest çeviriye maruz kalan her iki ayetin orijinal metninde tekil-bireye hamledilebilecek bir atıf söz konusu değildir.

2-Sebe /31-34, Al-i İmran/11., Maide/57.

3-Maide/52-53,Zümer/64-65

4-Şura/38.

5- Abese /17.- 23.

Ve özellikle Asr suresinin tamamı kurtuluşa ermenin bireysel çabalarla mümkün olmadığının en muhkem özetini verir.

İnsanlığın hüsranda oluşu temel önermeyi oluştururken bu halden kurtulma istisna olarak verilir.İman edip ıslah edici eylemlerde bulunanlar ve birbirlerine Hakk’ı ve Sabrı tavsiye edenler.

kendi dışında bir diğerini gerektiren tavsiyeleşmek ise ancak bir topluluk içinde anlamlı olabilecek bir eylemdir.

6-şems/8-9

7-Adem kıssası yani insanın cennetten çıkarılışı insanın dünyadaki macerasının başlangıcıdır

8-Hucurat

9-Haşr/22

2 comments

  • köylü/sağcı/devletçi geleneği eleştirerek yükselen islamcılığın alarm zilleri.
    yazının işaret fişekleri gibi duran kavramlarını ödünç alırsak: bu eleştiri/bu islamcılık bugün şehirli bir bilgelik öğretisine -irreelliğe- doğru yol alıyor. o zaman eleştirinin eleştirisine de gün doğabilir, bu da kaçınılmaz: her eleştiri kendi yaptıklarıyla kendine yönelik eleştiriye bir şekilde -isteyerek ya da istemeyerek- sebep oluyor.bu yazıyla hemfikir yazılar/ bahsettiği konulara teğet geçen yazılar bir ihtimal zamanla artabilir.

  • kişisel gelişimi ve nesil yetiştirme idealini önceleyerek muhalefet imkanlarını erteleyen bir islami hareket ortamının eleştirel betimlemesi ve öne sürdüğü alternatif bakış açıları ve okumaları anlamında çığır açıcı bir yazı okuduğumu söylemek istiyorum.(örneğin batılın netleştirelmesi gibi)
    Bu yazı veya düşünüş tarzı süreklilik ve takip gerektiren ve noktalanmaması gereken bir deneme olarak anlaşılmalı ve davamı beklenmeli diyorum. Belki de sesli bir düşünme veya başkalarını da bu sesli düşünmeye katkı anlamında bir davet bir kışkırtma olarak da değerlendirilmeli ki ben yeterince kışkırtıldığıma ikna olmuş bir biçimde bitirdim yazıyı
    ağzına ve yüreğine sağlık kadrican.
    bu arada bir ayet de zihnimi kurcalamaya başlamadı da değil bu yazının akabinde hani bireysel arınma çabalarındaki hassasiyete karşı hassa bir çok çözümlemeden sonra::) iyiliği emredip duruyorken kendinizi unutuyor musunuz? mealine yakın ayet….Lütfen bunu bir itiraz olarak değerlendirme sadece bu bağlamda bu ayetin yeri ne olur? katkılarını merakla bekleyeceğim
    aeo

Bir cevap yazın