“Dünya Başbakan Görsün” bizler de önümüzü…

“Davos olayı” kitle ile yönetici arasındaki ilişkinin mahiyetine ilişkin bir tartışmayı zorunlu kılıyor.Bu tartışma iki farklı düzlemde yürütülebilir.

ilki ülkedeki yöneten-egemen‘in kim olduğu ,diğeri ise bu egemenlik karşısında kitlenin durumudur.

İlk başlığı tartışmak türkiye’nin yakın geçmişi tartışmak gibi oylumlu bir mesai gerektirir. Ancak kabaca bir ülkenin temel üç siyaset alanını yani ekonomisini ,güvenlik algısını ve dış işlerini kimin belirlediği gerçeği tartışmak ta bize ülkeyi kimin yönettiği gerçeğini verecektir.

Ekonomisini İzmir iktisat kongresinden beri kapitalist eksende konumlandıran Türkiye 24 ocak 1980’den beri ise kendini küresel pazara açmıştır. tüm makro dengeler, mali ve finansal altyapı bu temel üzerinde bina edilmiştir.

Türkiye ekonomisini kim yönetiyor sorusunu sorduğumuzda tüm bu unsurları göz önünde bulundurmak temelde ise kapitalist tercihin belirleyiciliğini görmek zorundayız. Nitekim Türkiye ekonomisi türkiye’den yönetil(ebil)iyor olsaydı “küresel kriz” diye bir sorunu da yaşamıyor olurduk.

O halde soruyu şu şekilde tekrarlamak lazım T.C.nin ekonomisini Başbakan mı yönetiyor ? el cevap Evet ; ancak dediğimiz çerçeve içinde …bu çerçeveyi ,yapıyı bozacak kökten bir adım atma şansı olmadan.tıpkı “biz IMF ye muhtaç değiliz”” yada şartları kabul edilemez ” gibi sert çıkışlar yapmak ama kapitalist ağın dehşetengiz çehresi karşısında ara formüller üretmek zorunda kalınması gibi.

İkinci siyaset alanı olan güvenlik ise Kemalist cumhuriyetin dost ve düşman tanımları üzerinde kurgulanmıştır.düşmanlar içerde irtica, komünizm ve bölücü-kürtçü tehlike , dışarıda genelde tüm komşu ülkeler özelde ise içerdeki tehlikelerle irtibatlı görülen yabancı ülkelerdir(bir zamanların Sovyet rusyası, sonraları iran şimdilerde kuzey ırak…)

Dostlar ise içerde ilkokul ders kitaplarında gösterilen “Kemalist nesil”i temsilen “oya ile kaya”; dışarıda ise dost ve müttefik batı dünyasıdır.

Bu tanımları değiştirmek ve yeni siyasal aktörler üzerinden kurgulamak , hariciyesi, adli, askeri bürokrasisi ile müesses nizamın tamamını değiştirmek anlamına gelir ki tek bir idari makamdan çözülemeyecek kadar karmaşık bir sorundur.

Dolayısıyla üçüncü siyaset alanı olan dış ilişkilere geldiğimizde de Kemalist cumhuriyetin yüzünün “Batı”ya sırtı nın “Doğu”ya dönük olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. dolayısıyla .bu pozisyonu değiştirmek istikameti değiştirmek anlamına gelir ve bünye üzerinde ortopedik rahatsızlıklara yol açar.(1) Müesses nizamın “yürütme” makamı yani memur’u olan hükümetin yapabilecekleri de bu bünyede zorlama yapmayacak düzeyde olabilir; müttefik ve stratejik ortakların kim olduğu tartışmasız olarak bellidir.bu ön kabulle birlikte hareket ederek eleştiri, serzeniş ,teessüf’te bulunabilirsiniz ancak bu yeni müttefik ve stratejik ortaklar belirleyebileceğiniz anlamına gel(e)mez.ABD ile AB arasında denge siyaseti güdülebilir lakin AB ile İran arasında yapabileceğiniz stratejik bir denge siyaseti değil en fazla arabuluculuk rolü üstlenmektir. Söylemek istediğimiz özetle egemenlik ilişkisinin bir devletin tevarüs ettiği siyasal kültürü ve meşruiyetini dayandırdığı ideolojisi tarafından belirlendiğidir.bu paradigmatik belirleyicilik eğitimden ,ahlaka, ekonomiden dış siyasete değin tüm kurumlar üzerinde hakimdir.

Dolayısı ile Devletin ideolojik özüne ilişkin bir reddiniz yoksa ,onu değiştirme potansiyelinizde yoktur.bu ona itiraz edemeyeceğiniz,”dönüştür”emeyeceğiniz anlamına değil “değiştir”emeyeceğiniz anlamına gelir.

Burada dönüştürmek ise aslında dönüşmeyi de içeren bir pazarlığı içerir ki sonuç ideoljinin kendini yeniden üretmesidir.

Tartışmanın ikinci boyutu egemenlikle kitle arasındaki ilişkiye değindir.kitle yada teba’da hakim olan siyasal kültür ideolojik egemenlik tarafından mı belirleniyor,yoksa resmi hegemonyada çatlaklar da var mı.?

Modern ulus devlet totaliter yapısıyla kitle kültürünü dönüştürmek gibi hayati bir sorunla karşı karşıyadır.

Eğer sistemin bir meşruiyet krizi yoksa birey “İdeal vatandaş” prototipinden çoğaltılarak elde edilir.

Ancak bir meşruiyet krizi söz konusu ise o zaman hegemonyada çatlak var demektir ki ,işte bu noktada kitlenin içinde hayat belirtisi olduğu çıkarsanabilir.

Kemalist sistem köklü bir meşruiyet krizi yaşamaktadır.

Ancak krizin oluşturduğu çatlakları doldurabilen güçlü ve donanımlı kitle-halk siyasetlerinin olduğu söyleyebilmek pek mümkün değil.

biz İslamcılar(2) açısından bu Türkiye’de bir “İslami hareket”in olmadığı şeklinde de okunabilir ve üzerinde tartışılması ve hareket-tecrübe edilmesi gereken bir alanı imler.

Bu tartışmayı şimdilik erteleyerek hegemonyada ortaya çıkan çatlaklarının değerlendirmesine geçersek , son tabloyu yeniden değerlendirmek gerekir.

AKP’i ortaya çıkaran ortam kronikleşen bir meşruiyet krizinin resmi ideolojinin hegemonyası üzerinde yol açtığı çatlakların 28 şubatta sıvanması süreci idi.

Başta parti olmak üzere türkiye’deki İslami yapıların karşıt bir hegemonik sürecin başlatılabilmesi şansını yitirdikleri, “kritik eşiği” aşamadıkları ve neticede filmi geriye sarma gibi bir negatif sürece sürüklendiklerine şahit olduk.

AKP de tam da bu çatlakların olduğu alanlarda (Kemalizm, kürt meselesi, başörtüsü özelinde islamın görünür hale gelmesi…) kendisine bir arabuluculuk misyonu yükleyerek var oldu..

bu rol müesses nizam tarafından hala ihtiyatla karşılanmakta .ve AKP sürekli olarak samimiyetini ispat etmek zorunda bırakılmakta.

Ancak öte yandan hegemonik çatlaklarda her geçen gün büyümekte.

İsrailin Gazze’de uyguladığı vahşetin halk üzerinde yol açtığı büyük infial Kemalist Ortadoğu siyasetindeki çatlağın derinliğine işaret ediyor. Bu önemli bir gelişme. Özellikle türkiye’nin bir çok ilindeki protestoların bilinçli İslami yapılarca örgütlenmesi hamdedilecek bir kazanım.

Fakat şu detayı atlamamak lazım.infialin genel olarak insanların tv ekranlarında gördüğü insanlık dışı görüntülerden kaynaklandığı ,çoğu zaman filistin’deki

İslami direnişten yana olmak anlamına gelmediği gerçeği.

Genel siyaseti devletin ekonomi, güvenlik ve uluslar arası ilişkiler siyasetlerinde meşruiyet sınırlarını ihlal etmemek olan AKP’nin Filistin meselesinde takip ettiği siyaset ile Recep Tayyib Erdoğan’ın “arabulucu” misyonu ve hasasiyetini ,”Kasımpaşa delikanlılığı”nı ayırt etmek gerek.

Türkiye’nin Filistin meselesindeki siyaseti Suriye ile israili barıştırarak İran’ı yalnızlaştırmak, Hamas’ı İsrail ile işbirliğine zorlayarak silah bıraktırmak , bölgede laik Türkiye olarak “direniş”çi olmayan bir islami model anlamında bir rol ifa etmektir.

AKP siyasetinin de bu devlet siyaseti ile tamamen muvafık olduğu gerçeği apaçık ortadadır.

Peki o zaman Erdoğan’ın tavrını yok mu sayacağız?

Bu o tavrı kimlerin nasıl algıladığı ile birlikte tartışılması gereken bir şey.

Halkın resmi dış politika dışında bir tavır sergilemesi ,Erdoğan’ın bu tavrında etkili olmuştur.tıpkı 1 mart tezkeresinde yoğun ve kitlesel tepkiler sonucunda meclisin AKP’ye rağmen bloke edilmesinde olduğu gibi. Bu tek başına çok önemli bir kazanımdır ve halkın – kitlenin belirleyici olabilme potansiyelini gösterir.

Ve zaten üzerinde durulması gereken de budur.Başbakanın temsil ettiği halkın hassasiyetinden etkilenmesi onun tarafından yönlendirilebilmesi gerçeği.

Nitekim hatırlanacağı üzere daha önce Lübnan’a yönelik saldırıda da Başbakanın verdiği tepki kamuoyunun verdiği ile orantılı olmuştu.

Ancak bu olumlu tablodan hareketle AKP’nin dolayısıyla müesses nizamın Filistin siyasetinin onaylanması noktasına varılmamalıdır.

İkincisi kitlenin resmi politikalara ters düşen tutum ve tavırlarının yok sayıldığı , en görünür ve “arabulucu” figür olarak “dünyanın başbakanı!!” karşısında sıfırlandığı bir algılamanın kırılması gereğidir.

İslam dünyasında oluşan algı doğal olarak ancak uzaktan görülebileceği şekilde; Türkiye halkının temsilcisi olarak Başbakan Erdoğan’a yönelik sempati şeklindedir; ancak altını çizelim halkın başbakanı olarak Erdoğan’adır bu sempati …

Gazze halkının sokaklara çıkıp Türkiye lehinde gösteri yapması dünya istikbarlarını muhakkak düşündürmüştür. Ve önümüzdeki süreçte Türkiye’nin bölgeye model olması daha güçlü gündeme getirilecektir.

İşte bu noktada bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak bizler olaya daha yakından bakmak ve daha serinkanlı olmak zorundayız. Ve ortadoğu’ya model olarak sunulan Türkiye’nin hangi Türkiye olacağı üzerinde tartışmalıyız.

1. Ergenekon operasyonun Kemalist nizamın ne dereceye kadar yorumlanabileceğini göstermesi açısından da okunabilir. Avrasyacı değil batı’ya dönük bir Kemalizm!!!

2. “İslamcılık”ı ,umum olan Müslüman kavramını tahsis etmek anlamında kullanıyoruz.

One thought on ““Dünya Başbakan Görsün” bizler de önümüzü…

  • Kadrican yeşil kuşak ılımlı islam mödeli emperyal bie projedir model turkiyeaynı zamandaisrailde kadima türkiyedeakp aynı kumaştandırtayyıbın hamas secilmiş demesi orta doğuda genişletimiş orta doğu anlamında tayyıbe yeşil kuşakla ilgili ılımlı islamla ilgiligörevlidir dtplilerle görüşmeyen pkkye terör örgütü dayatmasıkonyada eğitim gören pilotlar166 milyon dolarlık anlaşma sadece hamaset sov kadrı sen belirt mişsın zaten islamıbır anlayışın olmaması tayıb gibilerin işine yarıyor

Bir cevap yazın