Bu ülkenin yetişkin çocuklarına ithafen…

NESLİHAN AKBULUT / 1997 yılının 28 Şubat günü başlayan süreçte darbecilerin kendi tabirleri ile “demokrasiye balans ayarı” yapılmış, yine bir seçilmiş koalisyon hükümeti devrilmiş, ülkenin en çok oy alan partisi kapatılmış ve binlerce kadın, erkek, çocuk işlerinden, okullarından hatta mesleklerinden edilmişlerdi. Aradan 11 yıl geçti. Bu yıl 28 Şubatta ise Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu “28 Şubat Vicdan Mahkemesi” adıyla bir etkinlik düzenledi. 1998-99 yıllarında imam hatip lisesi öğrencisi olarak ben de bu darbe davasının sanığı, tanığı ve mağduruydum. O sembolik mahkemede de tanıklığıma başvurdular. Aradan geçen yıllar nedeniyle tanıklık için eski defterlere başvurmam gerekti. Okuduğum lisede olayların başladığı ilk günden bir anekdot Türkiye’de hakim zihniyetinin “çocuk” tasavvurunu gözler önüne serer nitelikteydi.O tarihlerde 14-17 yaşlarında olan biz İmam-Hatip Lisesi öğrencileri 1980’den sonra doğmuş ve henüz hiçbir darbe tecrübesi olmayan çocuklardık. Bu nedenle 28 Şubat 1999 ve sonrasında bir darbe olduğunun -ve özellikle o tarihte çocuk olduğumuzun- ancak yıllar sonra farkına varabilmiştik. O günlerde ise medyadan ve fısıltı gazetesinden diğer liselerdeki olayları duyuyorduk. Duyduğumuz olaylar polis baskınları, gözaltılar, dayaklar, okula alınmama ya da disiplin cezaları ile okuldan uzaklaştırılma şeklindeydi. Olanları duydukça okulumuzda henüz bir olay olmamasına rağmen okula gittiğimiz her gün biraz daha tedirgin oluyorduk. Bindiğimiz otobüs okula yaklaştığında artık bütün yüzler giriş kapısını gözlüyordu. Acaba bir olağanüstülük var mıydı? Her şeyin normal göründüğü o tedirgin günlerde okula girdiğimiz gün derin bir oh çekerdik. Bir gün yine aynı şekilde okula yaklaşan otobüsten okul kapısına bakanlar giriş kapısının önünde iki otobüs polis, robokoplar ve kameralar gördü. Otobüsteki öğrencilerden ortaokul son sınıf öğrencisi bir kız daha bu manzarayı gördüğünde ağlamaya başlamıştı. Biz ona göre liseli ablalardık, onu teskin etmeye ve cesur görünmeye gayret ettik. Hala darbe olduğunun farkında değildik, o okulun öğrencisiydik ve bu ülkenin polisi, mahkemesi, siyasetçileri bizleri okumaktan mahrum edecek değillerdi ya… Etseler bile “direne, direne kazanacaktık.”

Çocukluğumuzun deneyimsizliği ve naifliği ile yıllarca çalmadık kapı bırakmadık. Hep bu hukuksuz uygulamalara, okul önlerinde kurulan polis barikatlarına, kanun dışı gözaltılara, aşağılanmalara, yasaklara dur diyecek, adaleti hâkim kılacak bir muktedir aradık. Onlarca sokak eylemine katıldık. Ne de olsa ölürsek şehit, kalırsak gaziydik. Razı olmadığımız bir duruma direndik diye elebaşı, militan, sakıncalı unsur ilan edildik. O gün bizler kendimizi yeterince yetişkin görüyorduk elbette. Ya bizlere bakan gözler? Onlar bizi ne olarak görüyorlardı? Okulumuzun önünde içeri girmek için bekleşirken bizlere sopalarla müdahale eden bu ülkenin kolluk kuvvetleri, polisleri, siyasetçileri ya da bizleri her haber saatinde ekranlarından seyreden sizler neler düşünüyordunuz? Niye içinizden kimse çıkıp da “o daha çocuk” diye haykırmadı? Yoksa sizce biz asilere yapılan her müdahale reva mıydı?

Bugün bu soruları soruyorum çünkü 28 Şubat’ın çocukları da büyüdü. Ülkelerinin siyasi tarihini okudukça ve yaşadıkça gördüler ki kendileri bu ülkenin kolluk kuvvetlerinden dayak yiyen, hapsedilen, sürülen ne ilk çocuklarıydı ve ne yazık ki son çocukları oldular. Bu ülkenin çocuklarına hep ülkeleri uğruna türlü eziyetlere katlanan, hapislerinde bedeller ödeyen, dövülen, kovulan yetişkinlerinin hikâyeleri anlatıldı. Ama hiçbirimiz fark etmedik ki asıl bedelleri hep çocuklar ödedi. Kavga içindeki yetişkinler sadece o çocukların birkaç yıl sonrasıydı. Hayalleri yıkılan, alıkonulan, aşağılanan çocukların birkaç yıl büyümüş halleriydi yetişkinler. Ve o çocuklar metrelerce uzaktan polis, asker gördüklerinde ağlayacak kadar cesur, saldırgan ve militan çocuklardı…

Yaşadıklarımdan 11 yıl sonra sembolik bir vicdan mahkemesi için tanıklığımı hazırlarken Diyarbakır cezaevinin çocuk koğuşundan bir mektup aldım. Mektubun sahibi 17 yaşındaki kardeşim S.T. çocuk koğuşunda oluşunun yanlışlığını ifade ederken şöyle diyordu, “abla bir yanlışlık yapmışlar, beni bu koğuşa koymuşlar. Ben çocuk değilim ki…” Evet, o çocuk değil artık. Çünkü bu ülkenin çocukları özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yetişkinler için uygulanması gereken ceza-i müeyyidelerle yargılanmaya başladıklarından beri, haklarında istenen ceza yaşlarının iki katı olduktan sonra, attıkları taş, yaptıkları protestolar rejim tehdidi olarak algılandığı için, bundan on yıl önce de çocuk olmadıkları gibi bugün de çocuk değiller. Fakat bundan on yıl hatta yirmi yıl sonra Diyarbakır cezaevinden çıkabilmiş bir yetişkinin bana da “bizleri televizyonlarda izlerken neden ‘onlar daha çocuk’ diye haykırmadınız?” diyerek hesap sorabileceğini bildiğim için ve yirmi yıl sonraki o yetişkine hak verdiğim için çocuklar için adalet isteyenlerle birlikte 5 Mart’ta yapılacak olan basın açıklamasında çağrıcı olarak yer aldım.

“Artık bu ülkede de çocuklar aşağılanmadan, dövülmeden, hapsedilmeden, kötü muameleye maruz kalmadan aileleri ile birlikte büyüyebilsin” diyorsanız, 5 Mart’ta saat 10.30’da İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampusu Mahkeme Salonunda gerçekleşecek olan açıklamaya katılarak sesimizin daha güçlü çıkmasını sağlayabilirsiniz. “Çocuklar için adalet isteyen” bireyler olarak yapacağımız açıklama polise taş attıkları ve protesto gösterilerine katıldıkları gerekçesiyle bir yıla yakın bir süredir tutuklu bulunan 18 yaş altı çocukların tahliye edilmesi ve suçlu görülseler dahi çocuk mahkemelerinde yargılanmaları içindir. Bu nedenle yürütülen imza kampanyası için: www.cocuklaraadalet.com

Kaynak: Sesonline.net

Bir cevap yazın