Müslüman Kadınların Sınırı Nerede Başlar?
Nazife Şişman’ın başörtüsü ile ilgili kitabının başlığını ilk duyduğumda sloganik bulduğumu itiraf etmeliyim: Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı. Ama üzerinde biraz düşününce uzun ve karmaşık bir hikayeden çıkarılabilecek en kısa anafikir olarak oldukça etkileyici geldi bana. Coğrafi, siyasi, kültürel sınırların açık gri tonlara bürünüp toz olmaya yüz tuttuğu bir dönemde, bir takım otoritelerin başörtüsü için çizdiği kalın siyah çizgiler, sınır metaforu üzerinden isabetli bir şekilde ifade edilmiş oluyordu. Ama giriş bölümünü okuyunca sınırı çizenin otorite değil, başını örtenin bizzat kendisi olduğu vurgusu dikkatimi çekti. “Başörtüsü, sınırsız dünyanın yeni sınırı. Müslüman kadınlar, örtüleriyle sınırsız özgürlüğün tecessüm ettiği bedene sınır çiziyorlar, seküler kamusallığın içinde dini bir alanın sınırını tahkim ediyorlar.” İşte böyle diyor Nazife Şişman, kitabının başlığını açıklarken. Yani bu başlığın öznesi başörtüsü, başörtüsü sınır koyma eyleminin aktif öznesi. Başını örten kadınlar, bedene, kamusallığa, mahremiyete vb. pek çok şeye sınır çizerken, otoriteler de başörtüsü için aşılması zor sınırlar çizmekten geri kalmıyorlar. Bu sınır çizmenin arka planında ise modernleşme tecrübemiz yer alır. Halbuki Nazife Şişman’ın da ısrarla vurguladığı gibi, Cumhuriyetin kadın hakları bağlamında kazanımlarına vurgu yapan bir grup, hem bu uzun modernleşme tecrübesini, hem de başörtüsünün kadim bir pratik olduğunu göz ardı ediyor ve tarihi Cumhuriyetle başlatıyor. Bu nedenle de geçmişin, ezikliğin, yenilmişliğin simgesi olarak gördüğü başörtüsünün çok kısa sürede olmasa bile yakın bir gelecekte eğitim ve şehirleşme vasıtasıyla tamamen ortadan kalkmasını umut ediyorlar.
Öte yandan bazı muhafazakar dindarlara göre de başörtüsü yasakları olarak ortaya çıkan sorunun başlıca sorumlusu, Cumhuriyet sonrasında atılan adımlardır. Adeta bir gecede olmuştur bütün değişim. Cumhuriyeti bir başlangıç olarak görme eğilimi, bugün yasağa taraftar olan ya da karşı çıkan her iki kesimin buluştuğu nadir noktalardan biridir.
Ama iki kesimin de gözden kaçırdığı bir hakikat var. 19. yüzyıldan itibaren ivme kazanan çağdaş Batıyı yakalama arzusunun gündelik tezahürü, ilk olarak kıyafette daha özelde ise “baş örtüsü”nde olmuştu. Herkes için olmasa bile önemli bir kesim için Batı medeniyetini yakalamanın yolu Batılı gibi görünmekten geçiyordu. Batılı gibi görünmek ise medenililiğin ve modernliğin başlıca ölçütüydü. Bu yüzdendir ki, 19. yüzyılın son çeyreğinde alalacele Fransızca’dan tercüme edilen muaşeret rehberleri en çok kıyafet bahsine yer ayırmışlardır.
“Müslüman Kalarak Modernleşmek”
Böyle bir süreklilik olmasına rağmen Cumhuriyet sonrası ve öncesini yine de bir noktada birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü Meşrutiyet döneminde, Osmanlıcılar, İslamcılar, Garpçılar ve Türkçüler gibi temel kategoriler ile tanımlanan farklı kesimlerin, birbirinden farklı modernleşme anlayışları ve çözüm arayışları mevcuttu. En azından birileri “Müslüman kalarak modernleşmeyi” dillendiriyordu. Bu görüş farkını Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine ait iki muaşeret rehberinin Avrupai bir kıyafetin nasıl giyilmesi gerektiği konusundaki açıklamalarında bariz bir şekilde görmek mümkündür. Lütfi Simavi 1915’te yayımladığı kitabında “Avrupa’da redingotu açık olarak iktisa ederler. Hatta hükümdarın karşısına çıkarken bile iliklenmez. Her memleketin kendine mahsus usulü vardır. Adet-i milliyemizde büyük bir zatın karşısında redingotu iliklemekliğimiz iktiza eder.” diyerek ne giyildiğinden ziyade nasıl giyildiğinin önemine vurgu yapıyordu.
Oysa Cumhuriyetle birlikte modernleşmenin her alanda tam anlamıyla Batılı görünmekten geçtiğine inanan bir grubun iktidara gelmesiyle seçmeciliğin ve uyarlamanın yerini topyekün teslimiyet aldı. Vasıf Necdet 1926’da “En büyük bir huzura çıkıldığı zaman bile redingotun önü iliklenmez, bu Avrupa’da böyledir.” diyerek aynileşmenin zaruri olduğunu dile getiriyordu. İşte bu sebeple Nazife Şişman’ın, başörtüsü örneği üzerinden, Osmanlı modernleşmesi ve Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki süreklilikleri ve keskin dönüşümleri dikkate almak gerektiğine işaret etmesi çok önemli.
Küresel Terminoloji/Yerel Dinamikler
Görünen sınırların ortadan kalktığı küresel bir dünyada, bütün toplumsal ve siyasal olayları ortak bir terminoloji üzerinden konuşmak kaçınılmaz, hatta gereklidir. Böyle bir gerekliliğe rağmen başörtüsü yasaklarını ya da özgürlüğünü, münhasıran laiklik, eşitlik, özgürlük, kamusal alan, özel alan, yaşam tarzı, çok kültürlülük gibi kavramlar üzerinden konuşmanın meseleyi doğru bir zeminde tartışmayı engellendiğini savunuyor Nazife Şişman. Uluslararası zemini dikkkate almakla beraber, bu meselede ancak tarihsel arkaplanı ve yerel dinamikleri gözönünde bulundurarak bir mesafe katedilebileceğini söylüyor.
Fakat Türkiye’de pek çok kimse, başka pekçok meselede olduğu gibi başörtüsü konusunda da Avrupa’yı tartışılmaz bir referans olarak kabul ediyor. Böyle olunca da ya herhangi bir Avrupa ülkesinin kendi özelinde ürettiği bir çözüm doğrudan Türkiye’ye uyarlanıyor ya da Avrupa kökenli referanslar ve kavramlar çerçevesinde durum tespiti yapılarak çözüm arayışına başvuruluyor.
Avrupai değerlerin biricikliği ve üstünlüğü o kadar içselleştirilmiş durumda ki yasağın ortadan kalkmasını isteyenler dahi Avrupalı mercilerden medet ummaya mecbur kalıyor. Nitekim AİHM’ye başvuran başörtülü bir öğrencinin hak ihlaline maruz olmadığı sonucuna varılması, kimi çevrelerce tartışmaya konulan “son nokta” ya da “tartışılmaz nihai karar” gibi algılandı. Öte yandan kararı adil bulmamakla birlikte Avrupa’ya yakıştıramayan bazıları da “gerçek Avrupa” bu değil diyerek Avrupa’da yasağın pratikte uygulamada olmadığını örnek gösterdi.
Herhalükarda Avrupa’nın özgürlük anlayışının üstünlüğü ve özel koşullarından kaynaklanan öncelikleri hala tartışmaya açılamıyor. Kamusal alan ve laiklik gibi modern hayatın asli unsurlarında dahi Avrupa içinde farklı uygulamalar mevcut iken Türkiye’nin homojen Batı algısısı maalesef birçok meselede devam ediyor. Özellikle özgürlükler konusunda hemen her Avrupa ülkesi kendi öncelikleri doğrultusunda bir özgürlükler hiyerarşişi oluşturmuş durumda. İşte bu nedenle AİHM’nin kararı birçok Avrupa ülkesinin başörtüsü uygulamasıyla çelişiyor.
İşte bu noktada küresel durumu dikkate alan, ama içeriden ve yerli bir çözümün gerekliliğine işaret ediyor yazar. “Türkiye’deki başörtülüler Fransa’daki gibi eski sömürgelerden gelmiş değillerdir” derken kastettiği, ithal çözümlerin yersizliği.
“Bireysel Tercih”
Fakat ne kadar eleştirirsek eleştirelim, Batılı terminolojiyi kullanmak özellikle de başörtüsü özgürlüğünü savunanlar için bir mecburiyet noktasında önem arzediyor. Çünkü bir başörtülü bulunduğu her ortamda bir sorgulamanın doğrudan muhatabı olarak yer alıyor. Dolayısıyla sorulan soru büyük ölçüde cevabı da belirliyor, hatta içeriyor. Mesela bir seminerde profesör özgürlüklerden, tercihlerden ve farklı eğilimlere tanınacak haklardan bahsederken, birden bire salondaki başörtülü kadına dönerek “Siz neden başınızı örtüyorsunuz? diye soruyor. Salonda cevabı daha cazip olabilecek o kadar ‘sıra dışı’ tip varken başörtülünün ilk sorunun muhatabı olması, Nazife Şişman’ın gündemin biraz dışındaki bir okuyucuya ilk etapta abartılı görülebilecek iddialarını haklı çıkarıyor. Başörtülü kadın “dinimin bir gereği” diyemiyor elbette. Bunun, muhatabının anlam dünyasında hiçbir karşılığı olmadığını bildiğinden. Hatta böyle derse, örtünmeye zorlandığı şeklinde hiç de istemediği bir sonuç çıkarılabileceğini pekala biliyor. Dolayısıyla muhataba ulaşacak tek cevap var aslında: “bireysel tercih”. Aslında bu kısa cevap “Ben sizin düşündüğünüz gibi zorla kapatılmadım, kendi isteğimle örtündüm” cevabını da zımnen barındırıyor içinde.
Bu terminolojiyi kullanmak kısa vadede araçsal olarak anlamlı gözükse de meseleyi özünden saptırabiliyor. Yazar bu hususa işaret ederek, 80’li yıllarda din ve inanç özgürlüğü adı altında savulunan başörtüsünün, 90’lardan sonra grup hakları, çok kültürlülük, kadın hakları gibi farklı özgürlük ve haklar adı altında savunulmaya başlandığına dikkat çekiyor. Buna “kadın ve din”, “İslam ve kadın” gibi üretilen dikotomiler de eklenince, başörtülü bir kadın neredeyse kadın olmak ve Müslüman olmak arasında bir tercih yapmaya zorlanıyor, yazara göre.
Nevzuhur Simgesellik
Kitabın en önemli vurgularından biri de şu: “Neden başörtüsü üzerinden sadece başörtüsü konuşulmuyor?” Bunun elbette pek çok nedeni var. Ancak Nazife Şişman iki kelimeyle özetliyor bunu “nevzuhur simgesellik”. Çünkü başörtüsü tüm dünyada yaklaşık son iki asırdır dini referanslardan ziyade siyasi ve kültürel referanslarla tartışılıyor. Başörtüsü ve Müslüman kadın, 19. yüzyıldan itibaren nereyse birbirinin müteradifi olarak kullanılıyor. Bu ise sömürgecilikle eşzamanlı bir yükseliş sergiliyor. Bu dönemde dünya Batı ve ötekiler olarak kurulurken, tanımlayan ile tanımlananın elbette eşit olması mümkün değildi. Dolayısıyla medeni Avrupa, zihni ve ahkali olarak kendisinden daha aşağıda gördüğü ötekini vesayet altına alma hakkına sahipti. Bu vesayet ötekinin ne olduğundan ne olması gerektiğine varıncaya kadar bir dizi tanımlamalar içeriyordu. Bu minvalde doğulu kadın örtü ile özdeşleştiriliyor ve örtü ile ezilmişlik arasında da zorunlu bir ilişki kuruluyordu.
Yazar burada okuyucunun dikkatini şu iki noktaya çekiyor: Birincisi doğulu ya da Müslüman kadının 19. yüzyla kadar örtü ve pasiflik ile özdeleştirilme gibi bir durumunun söz konusu olmadığı. Mohja Kahf’in çalışmasına atıfta bulunarak Avrupa kaynaklarının modern döneme kadar Müslüman kadını örtülü, ezik, akıldan yoksun ve sadece eğlence nesnesi olarak betimlemediğini söylüyor. Dolayısıyla Nazife Şişman’a göre 19. yüzyılda Müslüman kadın konusunda neden negatif bir tektipleştirmeye doğru gidildiğinin ve bunun sömürgecilikle eş zamanlı yükselişinin iyi tahkik edilmesi gerekiyor.
İkinci, ama daha da hayati önem taşıyan mesele ise Türkiye’de ve dünyada Müslümanların ezilmişlik ve geri kalmışlık psikolojisine bürünerek Batının ötekine baktığı gözlükle kendilerine bakmaları. Batının evrensel kabul ettiği kodları aynıyla kabul etme temayülü ve daha da ötesinde bu kodları norm olarak yukarıdan aşağıya dayatma eğilimi. Bu husus, Türkiye’de başörtüsü ve beraberinde konuşulan pek sorunun altında yatan ana nedenlerden birini teşkil ediyor. Modern Batı tecrübesini ve buna bağlı olarak değerlerini birer norm olarak kabul eden zihniyet, tarih boyunca erkek ya da kadın, doğulu ya da Batılı, Hıristiyan ya da Müslüman pek çok kimsenin başını örttüğünü bir tarihsel bir vakıa olarak görmekten uzak olduğu gibi, inanan bir kimsenin sadece inandığı için dışa dönük bir manifestodan ziyade içe dönük bir terbiye metodu olarak, kendi arzuyla örtünebileceğini de anlamakta güçlük çekiyor.
Tüm bu tartışmaları akıcı ve muhkem bir dille aktaran kitap, herkesin konuşmaktan yorulduğu ve çözümsüzlüğü neredeyse kanıksanmış bir konuyu, alışılmışın dışında bir metodolojiyle, yeni bir dinamizm içinde sunuyor okuyucuya. Nazife Şişman bir yandan Türkiye’de başörtüsü üzerinden yaşanan bir dizi olumsuzluğun muhatabı olarak daha içeriden bir bakışı ve tecrübeyi aktarıyor. Diğer taraftan meseleyi kavramsal bir çerçevede ve analiz mesafesinden ele alıyor. Kendi hayatından ve gözlemlerinden seçtiği öznel hikayeleri, sosyal bilimlere ait kavramlar ışığında ve tarihi referanslarla tartışıyor. En önemlisi de her bölümün sonunda samimi çözüm önerileri sunuyor. Küresel ve yerel, tarihi ve güncel dinamikleri geniş bir çerçevede okuyucuyla paylaşan kitap, alışılagelen başörtüsü tartışmalarına ya da polemiklerine bir yenisini eklemek yerine, başörtüsünün üzerindeki örtüleri kaldırarak konuyu doğru bir zeminde yeniden ele almaya davet ediyor “herkes”i.
Kaynak: Fatma Tunç Yaşar, Dünya Bülteni