Kapıları açık bırakanlar için…

Derin Düşünce sitesi, her pazartesi “laik yobazlar iyi günler diler…” diyerek başlattıkları çalışmayı sürdürüyor. Her hafta başı, başörtüsü yasağının devam ettiğini hatırlatan bir yazıya yer veren sitede bu Pazartesi Henüz Özgür Olmadık kitabından bir anı yayınlandı. 

Kapıları açık bırakanlar için…

Ocak ayının sonuydu, Türkiye’de ‘türban’ tartışmaları başlamıştı. Ben o sırada Londradaydım. Uzaktan izliyordum tartışmaları. Canım sıkılıyordu, kendi kendime ‘‘açma şu uyduyu, izleme Türk kanallarını, tebdil-i mekanda huzur aramak için gelmişsin, tadını çıkart diyordum” ama olmuyordu. Çünkü meseleleştirilen bu ‘‘mesele”den kendimi ayrı tutamıyordum.

Bir yandan kendimi sokaklara vurup , şehrin havasını soluyorum. Bir yandan da arta kalan zamanlarda kütüphaneye gidip tezime araştırma yapıyorum. Kütüphaneye gidişimin üçüncü gününde iki başörtülü kızın, bir kippalı erkeğin, sarı saçları ve kalkık burunlarıyla iki İngiliz kızın bir arada, özel çalışma odasında ders çalıştıklarını görüyorum. O görüntüyü çok seviyorum. O odaya bakarken, Türkiye’deki tablo aklıma geliyor istemeden, içim burkuluyor. ‘Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim’ diye sormak istiyorum, ama soramıyorum bir türlü. Hafızam deklanşöre basıyor hiç unutmamak adına o kareyi’. ‘Bir gün biz de böyle olabilir miyiz?’ diye soruyorum kendime. Sadece insanlığın ortak paydasında buluşarak, ‘ama’sız, kelimelerimizi tırnak işaretleri içine almadan, kuramadığımız cümleleri kurarak yaşamamız mümkün olacak mı, diye içimden geçiriyorum.

Teyzemin evine dönüyorum, televizyonu açıyorum, akademisyenler ‘türbanlı öğrenciler derse girerse biz girmeyiz’ diye haykırıyorlar. Kütüphanedeki fotoğraf canlanıyor zihnimde. Canım sıkılıyor. Hala üniversite öğrencisi olduğumu hatırlıyorum, o akademisyenlerle, öğrencilik hayatımın son döneminde karşılaşmamayı diliyorum.

Nitekim dönüş vakti geliyor, uçakta gazeteleri alıyoruz. Yanımda annem, onun yanında bir başka kadın oturuyor. Başörtüsü tartışılıyor manşetlerde yine. ‘Artık serbest olsun diyorum, bu kadar zaman, bunca gasp edilen eğitim hakkı, gasp edilen hayatlar, özgürlükler, çok geç kaldık’ diyorum. Annem başıyla onaylıyor. Annemin yanındaki yolcu, kafasını çevirip bana bakıyor. Gözlerindeki bakışı sevmiyorum, dönüp bir daha bakıyor. Kolumda haçlı bileziğimle, önümde Jack Kerouac ‘ın ‘Yolda’ kitabıyla, saçlarım sarılığı ve en önemlisi başımın açıklığıyla, belli ki çizdiğim imajla, bağdaştıramıyor başörtüsünü savunmamı. Akademisyenlerin ‘üniversitede özgürlük’ bildirisine imza attıklarını görüyorum gazetede. Yüreğime az da olsa su serpiliyor. En kısa zamanda öğrencilerin de böyle bir imza girişimi başlatmalarının gerekli olduğunu söylüyorum anneme. Kadın bir şey diyecekmiş gibi oluyor, nitekim diyemiyor ama bakışlarıyla çok şeyi anlatıyor.

Peki bir Ermeni neden savunur başörtülü kızların okuma hakkını veya başörtüsüne neden karşı çıkmaz? Başörtüsünden mevzu açıldığında, ‘asıl sen’ ne düşünüyorsun sorusu yöneltiliyor bana. Benim Hıristiyan ve Ermeni olmam, ‘asıl benim’ ne düşündüğüme farklı bir mana yüklüyor. Belki de kimilerinin zihninde bir Hıristiyan olarak benim ‘şeriat gelecek’ söylemine daha çok katılıp, onlarla ön sıralarda yürüyüp, otoriterliğin ortak paydasında yer almam bekleniyor benden. Merhum sosyolog Ulus Baker’in şu tanımlaması geliyor hatrıma hep o bilindik tartışma anlarında:

‘‘ Aralık, mesafe değildir. Mesafe birbirine ne kadar yakın, ya da örtüşmüş de olsalar iki şey, iki olgu arasındaki ‘uzaklığı’ ölçen şeydir. Aralık ise, birbirinden istedikleri kadar uzak olsunlar, iki şey, iki olgu arasındaki ‘yakınlığı’ ölçen şeydir. Dünyanın en uzak yerinde gerçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü, işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun faveladaki

Mutsuzluk ya da sevinç tarzları-bunlar bize ‘aralıklarla’ bağlanırlar.. Öyle ki onlar biziz, biz de onlar çünkü aynı sorunları, -tek ve bir olan- aynı hayatı yaşamaktayız…”

İşte ben her ne kadar Müslüman veya Türk olmasam da aralıklarla bağlanıyorum başörtülü kadınlarla, Ermeni olduğum için de değil ama en çok da insan olduğum için. ‘Biz onları üniversitemizde istemiyoruz, onları içeri sokmamalıyız, bunlar da nereden çıktı’ diyenlerle de aramdaki mesafe giderek artıyor haliyle.

Ben başörtüsü karşıtlarına, başörtülü kızların eğitim hakkını, yaşam alanlarında var olma hakkını ve en önemlisi kendilerini diledikleri gibi gerçekleştirme haklarını sonuna kadar savunduğumu, söylüyorum ‘ama’sız, ‘tırnak’ içinde cümleler kurmadan. Sonra arkadaşlarım, şöyle diyorlar ‘şunlara bak, altlarında son model jeepler, kot pantolonlar, makyajlar’ . Ben de, bir başörtülü jeep de kullansa, yalıda da otursa eğitim haklarının gasp edildiği için onun mağdur olduğunun altını çiziyorum. Karşı olanlar her daim başörtülüleri ‘bu’, ‘şu’ gibi işaret sıfatlarıyla nitelendiriyorlar. Adeta başörtülü kadınları nesneleştirerek, insandan soyutlayarak, örtünün altındaki insanı görmeyerek.

Bu tür tartışmaların ardından başörtüsü karşıtlarının hep bir anahtar deliğinin ardından, bir odanın içersine bakarmışçasına baktıklarını düşünüyorum ‘meseleye’. Bir anahtar deliğinin içinden odaya baktığımızda odanın içindekiler her daim çok büyük gözükür ve sadece belirli parçaları görebiliriz. Delik bizi bütünden alıkoyar, nüfuz edemeyiz tamamına haliyle, idrakten de yoksun kalırız sonuç olarak. Elzem olan o kapıyı açıp içeriye girebilmek. Birçoğumuz içeri girmeyi başaramıyoruz o kapıdan, girmediğimiz gibi kilit vuruyoruz kendimizce ve sadece gözümüzün seçtiği belirli parçalarla, belli görüntülerle yetiniyoruz.

Fakat, o kapıyı açıp içeriye girebilenler başka şeyler görebiliyor. Bir karşılaşma anı yaşıyor her iki taraf da. Aynı şekilde odanın içersindeki başörtülü kadınların önyargıları varsa onlar da kırılabiliyor bu buluşma sayesinde. Mesela içeri giren kadınlar, aslında mutlak iyi insan olmadığını, başörtülülerin aslında hiç de sandıkları gibi kötü, gerici, bağnaz, cahil olmadıklarını görebiliyor. Başörtülü kadınlar da başörtüsü takanlar arasında da kötü niyetli insan olabileceklerini, iyiliğin de kötülüğünde insana mahsus olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Başı açık kadın o odada, kendisine rastlaşıp aslında etrafındaki birçok insanın ‘laiklik’ maskesi altında kaygılarının ekonomik, sınıfsal olabileceğini de düşünmeye başlayabiliyor. O kapıdan girince başörtülü kadınlarla birçok aynı ortak noktada buluşabileceğini, aynı zevkleri paylaşabileceklerini de görebiliyor. Muhafazakârlığın, kendisini ‘modern, Batılı, çağdaş, laik’ olarak tanımlayan kadınlar için de geçerli olabileceğinin farkına varıyor, moderni muhafaza edebilmek için de ‘acaba çok mu otoriterleştik’ diye sorabiliyorlar kendilerine başı açıklar, kim bilir? Başörtülü kadınların da Sivas katliamını kınadıklarını, aynı şekilde o kadınların Hrant Dink’in ölümüne de üzüldüklerini, Gonca Kuriş için hissettikleri gibi, Uğur Kaymaz için de acı hissettiklerini görebiliyorlar. Hatta başörtülü kadınların tamamının zorla başlarını örtmediklerini, çocuklarını da zorlamadıklarını, çocuklarını başlarını örtmeye çalışan aileleri de eleştirdiklerini görebiliyorlar zamanla o odada. O odadan bir kere içeri girdiklerinde aslında başörtülü kızların özgürleşmek, üniversitede okumak için yeri geldiğinde ailelerine karşı da mücadele ettiklerini de öğrenebiliyorlar.

Birden başka bir tablo ortaya çıkıyor o buluşmada. O oda birden iki tarafa da ait oluyor. Her iki taraf sınırları kaldırıp, bir olabiliyorlar. Beraberce bedenlerinin cumhuriyet, din, modernlik, gelenek adına denetlenmesine karşı çıkabiliyorlar. Başörtüsüz kadınların cinsel meta olarak algılanmasına karşı duruş sergilerken başörtülüler, başı açıklar da ‘örümcek kafalı’ olarak değerlendirilmesine karşı çıkıyor başörtülü kadınların. Mesafe aşılıyor, aralıklarla bağlanıyorlar birbirlerine, belli bir süre sonra da ne fiziki ne de zihinsel aralık kalıyor ortada. ‘Sen varsan, ben yokum’ demek yerine ‘sen yoksan ben bir eksiğim’ diyebiliyorlar. Fakat öte yandan, gerek dini, gerek de laik tutuculuklarına devam edenler, İzmir sahilinde başı açık olanın koluna girmeyi kabul edip, tutucu bir çevrede mini etekli arkadaşının koluna girmesine izin vermek istemeyenler, o odadan kendi bildikleri yönde yol alarak, mağlup olarak, bir eksilerek ayrılıyorlar.

Kendimizi siyasetin kisvesinden, bizlere dayatılan ideolojilerin tahakkümünden arındırarak, o kapıdan içeri girmemizin veya o kapıyı ardına kadar açıp dışarıda buluşabilmenin elzem olduğunu düşünüyorum. O kütüphanedeki fotoğrafın sadece hafızamda hoş bir kare olarak kalmamasını, Türkiye’de de o kareleri, diyalogla, duygudaşlıkla, birbirimizi dışlayarak değil, birbirimize dokunarak yaşayabileceğimize inanmak istiyorum.

 Nayat Karaköse (Henüz Özgür Olmadık-Hayy Kitap)

Bir cevap yazın