‘Anlama’nın ve ‘anlam’ın önündeki engel: Edilgen Dindarlık

YÜKSEL ŞENGÜL – İslam, insanlığın adil ve ahlaki bir takım kurallarla yönetilmesini esas alarak yeryüzünün tanzim edilmesini ister. Bunun sağlanması için de vahye yönelip yaratıcının isteklerine kulak verilmesini ve bu şekilde yeryüzünü ıslah edicilerin elleriyle tanrısal bir inşa sürecine girişilmesini öğütler. Nitekim sosyal hayatta yaşanan sorunlara da ilahi kaynaktan çözümler sunmak, İslami anlayışın bir amacıdır. Ama yaşadığımız bu çağda müslümanlar, yaşanan sorunlar karşısında çözümler üretememekte ve bu durum adeta İslam’ın yetersizliğiymiş gibi ilginç algılamalara yol açmaktadır. Geleneksel din anlayışımızla şekillenmiş olan inanç değerlerimiz, yaşanan sorunlar karşısında aktüel çözümler üretemeyince, sorunların çözümü belki de modern hayatın dayatmaları neticesinde batılı modernist değerlerle aşılmak istenmiştir. Batılı değerlerin hayatımızı işgal etmesinin bir neticesi midir yoksa kendi oluşturduğumuz dini değerlerimizin sorunlara çözüm noktasında yetersiz kalmasının neticesi midir, bunun üzerinde ciddi kafa yormak gerekir. Ama sorunların dini değerlerle çözülemeyişi, İslami anlayışımızı ve bunun paralelinde şekillenen dünya hayatımızı da dumura uğratmaktadır.Yaşanan sorunların çözümü için başvurduğumuz ilahi kaynak olan Kur’an, indiği dönemin sorunlarını dile getirmiş ve bu sorunların çözümünü de göstermiştir. Müslümanlarda ortak bir bilinç oluşturmayı hedef edinen Kur’an’ın verdiği haberler günümüz müslümanlarının ruhunu ve ihtiyaçlarını ise birebir yansıtmamaktadır. Bu durum müslümanların kendilerini Kur’an’la yakınlık kuramamalarına neden olmuştur. Kur’an’daki mesajlar müslümanlarla Kur’an arasında duygusal bağlar oluşturmuş ama ne yazık ki akli tatmin bugünkü müslümanlarda gözlenememektedir. Kur’an’daki emir ve yasakların yaşadığımız çağdaki müslüman paradigmasıyla özdeşliğinin kurulamıyor olması, ister istemez acaba bunun sebebi “gelenekselci din anlayışımızdan mı kaynaklanıyor” sorusunu sormamızı kaçınılmaz kılıyor.

Bugünkü geleneksel din anlayışımızın tarihi kökenine baktığımızda, çoğunlukla iktidarın taleplerini karşılamak üzere şekillendiğini ve farklı düşüncelerin yok edilmek istendiğini/yok edildiğini görürüz. Dayatmalarla şekillenmiş bazı dini anlayışlar, günümüze kadar farklılıklar sindirilerek korunmuş ve sorgulanmasına gerek duyulmadan, hazır bir bilgi olarak kitaplığımızdaki yerini almıştır. Bu tarihi süreç, Hz. Ali dönemindeki iç karışıklıklar ve daha sonra Emevi hanedanlığına dönüşen ‘İslami devlet'(!) anlayışıyla şekillenen ‘devlet için din’ telakkisi şeklinde yaşanmıştır. O dönemde yaşanan sorunlar farklı mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Bu durum, itikadi konuların bile farklı farklı değerlendirilmesine neden olmuş ve birçok konuda yaşanan ihtilaflar, güçlünün düşünce alanıyla daraltılmıştır. Bir dönem nakiller dikkate alınarak vahiy yorumlanmış, başka bir dönemde de -kısa sürmesine rağmen- akli melekelerle vahiy yorumlanmıştır. Nitekim daha sonra ‘rey ehli’ ve ‘nakil ehli’ diye iki farklı fırkanın oluşması kaçınılmaz olmuştur.

Farklı fırkaların oluşması ve vahyi farklı okumak/yorumlamak, ilk olarak Hz. Ali dönemindeki Haricilerle başlamış ve daha sonra Emevi hanedanlığına dönüşen ceberrut yönetim şekli, gücünü korumak adına dini kullanmıştır.

Silah ve zor kullanmak suretiyle kurulan Emevi iktidarının pragmatist yaklaşımı, din olgusunu da etkilemiş ve din, yönetim için, iktidarı koruyan bir ideolojiye dönüştürülmüştür. Bu anlayışın hâkim olmasında özellikle dönemin ulemasının da çok büyük bir etkisi olduğunun gözden kaçırılmaması gerekir.

Özellikle Emeviler dönemindeki halifeler, dine hizmet etmektense dinin kendilerine hizmet etmesi gerektiğini düşünen bir anlayışla dini yorumlamışlardır.

Emevi iktidarı, tehlikeli bulduğu dini anlayışa sahip olan alimleri de, ya baskıyla sindirmiş ya ödüller vererek kendilerine hizmet etmelerini sağlamış ya da ölümle cezalandırmıştır.

Halife seçilmesi, tartışmalarla ve birçok insanın ölümü sonrasında gerçekleşen Muaviye, halife seçildikten sonra kendi muhaliflerini ikna etmek için çok ilginç bir kader anlayışıyla halifeliğini ilan etmiştir. Her şeyin ancak Allah’ın dilemesi sonrasında olabileceğini dile getirerek; kendi Halifeliğinin Allah’ın takdiri ve istemesi neticesinde gerçekleştiğini söyleyip, muhaliflerinin de bu nedenle kendisine biat etmeleri gerektiğini iddia etmiştir. Bu anlayışı, Hz. Hüseyin’in öldürülmesi olayı ile ilgili olarak, dönemin halifesi Yezid b. Muaviye, ‘Allah’ın takdiri’ demekle sürdürmüştür.

Hz. Hüseyin’in Allah tarafından öldürüldüğünü söyleyen Kufe Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı, bu düşüncesinden dolayı eleştiren Abdullah b. Afif de vali tarafından öldürülmüştür. İktidarın eylemlerini meşru gösterme aracı olarak kullandığı ‘Kadercilik’ anlayışına karşı bir tez olan ‘Kur’an’ın yaratılması’ mevzusunun savunucusu Ca’d b. Dirhem, bu düşüncesinden dolayı iktidar tarafından tehlikeli bulunmuş ve o da ölümle cezalandırılmıştır.

Aynı iktidar bazen de, muhaliflerini susturmak için- özellikle ulemaya- ya maddi yardımda bulunmuş ya da onlara makam vermiştir. Örneğin, dönemin Kufe Valisi tarafından kendisine resmi görev olarak Kufe Kadılığı verilen ve bunu kabul etmeyen Ebu Hanife, yüz değnek vurularak cezalandırılmış ve hapse atılmıştır.

Kaynaklarda gerçekliği üzerine farklı rivayetler bulunan başka bir olay ise çok ilginçtir. Rivayete göre; Emevilerden İbrahim b. el-Velid, dönemin ünlü hadisçisi İbn Şihab ez-Zühri’ye elinde bir kitapla gelip, ona bu eserde bulunan beyanları kendi adına hadis olarak rivayet etmesini rica etmiştir. Bunun üzerine ez-Zühri hiç çekinmeden İbrahim’e şunları söylemiştir: ‘ Benden başka kim sana bu hadisleri rivayet edebilirdi?’ demiş. İslam geleneğinde ez-Zühri takva sahibi ve son derece güvenilir bir hadisçi olarak bilinmesine rağmen, o dönemin takva sahiplerinin çoğunun aksine, Emevilerle iyi ilişkileri olmuştur. Devletin bekası için böyle bir girişimde bulunduğu bazı yazarlar tarafından dile getirilmiştir.

İbn Teymiye’nin, belki de kendi döneminin zorunlu şartları gereği ‘adil olmayan yöneticiye devletin bekası için itaat edilebileceğini’ söylemesi de yukarıdaki durum gibi değerlendirilebilinir.

Yaşanan bu gibi örneklerden de anlaşıldığı gibi; iktidara tehlike oluşturmamak adına ya susmak, ya iktidar tarafında yer almak ya da ölümü göze almak gerekiyordu. Böyle bir ortamda yazılan eserlerden yalnızca iktidarın kabul ettiği tarzda yazılanlar ancak kabul görürken, diğerleri tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya yüz tutmuştur.

Yukarıda konuyla ilgili verilen örnekler çoğaltılabilir. Yalnız, özellikle Peygamber Efendimizden çok kısa bir süre sonra yaşanan bu olumsuz gelişmeler, oluşan din algısının nasıl şekillendiğine ve bu düşüncenin Kur’an’ın yorumlanışı üzerinde etkisinin olup olamayacağına dair önemli ipuçları vermektedir. Bundan sonra gelen diğer iktidarlar da pek farklı olmayan bir yol izlemiş ve din, iktidarların her türlü emellerini meşru kılan bir anlayışa dönüştürülmüştür. Bu yaşananlar üzerinden oluşan dini anlayışın/yorumlayışın sıhhati tartışılır bir hal almıştır.

O dönemde; Allah’ın adaleti, büyük günah işleyenlerin akıbetinin ne olacağı, iman ve amel konularının beraber mi yoksa ayrı ayrı mı değerlendirilmesi gerektiği, hadisin İslam hukukundaki yeri ve anlamının ne olacağı, sahih ve mevzu hadislerin nasıl ve ne şekilde birbirinden ayırdedileceği, Allah’ın iradesi ve kulların iradesi üzerinden şekillenen kader anlayışının nasıl yorumlandığı, ictihat kapılarının nasıl ve neden kapatıldığı vb. konuların işlenmesi sonucunda oluşturulmuş Ehli Sünnet anlayışı…

Ehli Sünnet anlayışının dışındaki bütün düşüncelerin nasıl yok edildiği ve çoğunluğun potasında nasıl eritilmek istendiği, bu tarihi süreç ışığında değerlendirildiğinde ilginç sonuçlarla karşılaşmamıza neden olacaktır. Kısacası o dönemin siyasi erki tarafından belirlenen Kur’an’ın yorumu, farklılıklar sindirilerek ve şiddet kullanılarak yok edilmeye çalışılmıştır.

Peygamber Efendimiz döneminde, vahyin okunmasında ve anlaşılmasında ortak bir fikir birliği varken daha sonra yaşanan siyasal sorunlar, farklı mezhep ve görüşlerin doğmasına da neden olmuştur. Her mezhep yalnızca kendilerinde olanıyla yetinmiş ve farklılıklar ötekileştirilip dışlanmıştır. Mezhepsel taassupçuluk öyle artmıştır ki, zaman içerisinde mezhep sayıları da azaltılarak ‘yalnızca birkaç hak mezhep var’ denip, problemler sadece onların yorumuyla aşılmak istenmiştir. Hatta bir mezhebin itikadi bir konu olarak baktığı bir mevzu, başkası tarafından inkâr edilebilmiştir. Mezheplerin meselelere çözümü, mezhep imamlarının yaşadığı dönemin şartları çerçevesinde üretilmişken, yukarıda da değindiğimiz gibi, değişen bugünün şartları hiç dikkate alınmadan, bugün yaşanan sorunlara o dönemin şartlarıyla çözümler sunulmaya devam edilmektedir. Günümüzde dahi etkisini sürdüren mezhep asabiyeti, hala müslümanları birbirine düşürmekte, hatta biribirleriyle savaşacak kadar korkunç bir duruma sokabilmektedir.

Ehli Rey’in en önemli isimlerinden olan Ebu Hanife, zamanın değişmesine bağlı olarak sorun ve çözümlerin değişebileceğini, sahabenin de insan olduğu ve dolayısıyla onların fetvaları konusunda da seçici davranılabileceğini ve ilmi her türlü meselenin rahatlıkla tartışılabileceğini belirtiyordu. Bu anlayış, o dönemde dile getirilmesine rağmen ne günümüzde ne de o dönemin koşularında uzun vadede hayata geçirilmiştir.

Yani günümüz reel koşullarında karşılaşılan sorunlara Ebu Hanife’nin de ifade ettiği şekliyle, ne yazık ki bugünün şartlarıyla çözümler üretilememektedir. Hatta bugünün problemleri, o dönemin koşulları üzerinden çözülmek istenmekte ve bu durum bugünün müslümanlarını ikna edememektedir. Çünkü değişen şartlar ve bununla şekillenen ihtiyaçlar dikkate alınmıyor ve sorunlar bu şekliyle aslında çözümsüz bırakılmış oluyor. İctihad kapısının kapatılmasının ardından yaşanan sorunlar müslümanları doğal olarak kaynaklara geri dönmeye zorlamıştır.

Bu gibi yanlış düşünceleri ortadan kaldırmak ve sorunlara makul çözümlerle doğru kaynaktan doğru bir şekilde ulaşmak için kaynaklara geri dönüş, vahyi okumayı/ yorumlamayı etkileyen, yaşanan bu siyasal durumların olumsuz izleri sebebiyle, kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Bu nedenle, kaynaklara geri dönüş aslında bir arınma ve ıslah çabasıdır. Ama kaynaklara geri dönüş, değişen bugünün şartlarına anlam kattığı sürece anlam kazanacaktır. Aksi halde yaşananlardan ders alınmaması, aynı anlayışın farklı bir versiyonu olarak sorunları karşımıza çıkaracaktır.

Yaşanan olumsuz siyasal durumun, İslam anlayışı üzerindeki kötü etkilerini fark eden Afgani, konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:

“İslam’ın içinde bulunduğu talihsizlik ve sefalet, hem despot yönetimler hem de kötü âlimler sebebiyledir. Bu iki sınıf, dini kendi arzularına hizmet ettirdiler; sonuçta da İslam’dan fersahlarca uzaklaştılar. Müslümanların yaşadıkları mevcut kötü durum, İslam’ın kendisinden değil, müslüman halkların ahlak ve törelerinden kaynaklanmaktadır…”

Abduh’a göre ise müslümanların sorunları ve çözümleri iki başlık altında incelenmelidir:

Müslümanlar kendi dinlerini bilmiyorlar ve bunun doğal bir sonucu olarak çeşitli hurafeleri din olarak telakki ediyorlar. Müslüman ülkelerdeki geri kalmışlığın temel nedeni istibdada dayalı zalim yönetimlerdir.
“‘Bu iki sorundan kurtulmak için de müslümanlar iki ana misyon yüklenmelidir’ der Muhammed Abduh:

Düşünceyi taklit kaydından kurtarmak
Dini, taklit öncesi selefin tarzı üzere anlamak, bilgi elde etmede ilk kaynaklara dönmek ve din olgusunu beşeri aklın mizanı olarak kabul etmek.Abduh’un amacı; müslümanları başarabileceklerine inandığı daha iyi bir geleceğe yükseltmekti. Bunu başarabilmek için de problemin kaynağına inmenin en sağlıklı yöntem olacağına inanıyordu.

 

 

Abduh, yazılan tefsirlerle ilgili olarak da, çağın sorunlarına çözüm üretebildiği oranda anlam kazanacağını, aklın da bu şekilde vahiy ışığında fonksiyonel kılınması gerektiğini ifade etmiştir.

Nitekim İslam tarihinin ilk yıllarında ” Onlar hala Kur’anı derinliğine düşünmüyorlar mı..?” (Nisa:82)ayetinin de vurguladığı gibi, akıl aktif bir rol üstlenirken, hicri 2.yy’da bu durum değişmiş, Hicri 10.yy’da Suyuti’nin akli ilimlerle uğraşılmaması gerektiği hatta uğraşanların cezalandırılması lazım diyecek kadar, sert önlemlerin alınması gerektiğinin düşünüldüğü bir dönem yaşanmıştır. İctihadların da, vahyin ışığı altında akli verilerle yapıldığı dikkate alındığında, aklın fonksiyonu daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Yaşanan tarihi süreci kısaca özetlersek; Emevi iktidarının yönetim şeklinin Teokratik olmadığı, aslında kendi emellerini meşru göstermek için dini kullandığı, yani Bizantinist bir yönetim sergilediğini göstermektedir. Dönemin âlimleri, bu baskıcı yönetimde ya sessiz kalmayı tercih etmiş ya doğruyu söylediği için ölümle cezalandırılmış ya da iktidarın lehine davranmak zorunda bırakılmıştır. Yaşanan sorunlar karşısında farklı mezhepler oluşmuş ve her mezhep yalnızca kendi yorumunun hak olduğunu iddia etmiş ve süreç içerisinde mezhepler de itikadi bir mevzu olarak değerlendirildiğinden, günümüze kadar da devam eden mezhep savaşları yaşanmıştır. İctihad kapısının kapatılmasının ardından, yalnızca nakli verilere itimat edilmiş, akli hiç bir veri dikkate alınmadığı için de sorunlara aktüel çözümler üretilememiş, taklitsel bir dini anlayışla din statikleştirilmiştir. Durağanlaştırılan din, müslümanlarda duygusal bağlar oluşturmanın ötesine geçememiş ve müslüman halk da dini sadece bir kaç ritüel ibadet formatı olarak kabul eder olmuştur. Modern hayat içerisinde karşılaştığı problemlere İslami çözümler üretemeyen müslüman, bu kez batılı modernist değerlerlerle sorunlarını çözmek istemiş ama zamanla İslami kurallara uymadığını fark edince de ne yapacağını bilemez bir duruma gelmiştir. Aile hayatından iş hayatına, sosyal yaşamdan toplumsal yaşama kadar birçok problem çözülemeyince, Batılı değerler müslümanın hayatına yön vermeye başlamıştır.

İslam’ı, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası kılmak için, Abduh’un da dediği gibi, öncelikle sorunu kaynağından okuyup değerlendirmek, taklitçi zihinden sıyrılmak, nakli verilere itimat edildiği kadar akli verilere de itimat etmek gereklidir. Böylece Kur’an üzerinden yapılan çalışmalar, indiği dönem dikkate alınarak ve yaşananlardan da dersler çıkarılarak, günün problemlerine cevap vermelidir.

Bunu yaparken, ne modern hayatın dayatmalarının ne de geleneksel anlayışın yalnızca kendisinin genel geçer doğru olduğunu sanan anlayışının etkisinde kalınmamalıdır. Her iki tarafa da objektif ve eşit mesafede durarak sorunlara çözümler üretilmelidir. İyi niyet ve sağduyunun her zaman kazandığını unutmadan, bir düşüncenin de dayatılmasının hiçbir kazanımının olamayacağını da bilerek, ortaya konan her çalışma ve özverinin, İslam’ın selahiyeti (insanlığın huzur ve mutluluğu) için olduğunu bilmeliyiz.

Samimiyetle ortaya konan her çaba mutlaka karşılık bulacaktır.

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder; ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed:7)

 

 

2 comments

  • üstat yazın çok güzel olmuş. İslamın asli çizgisinden-vahyi islamından çıkıp kültürel islama dönüşmesinde emevilerden sonra gelen abbasi, selçuklu ve osmanlının etkisini düşünmek gerek. islamın geçen 1400 yılı kutsal çizgilerle sınırlandığından eleştirel bakma büyük cesaret gerektiriyor. geçmişte kalan bazı alimlerin saray alimi olması oldukça şaşırtıcı. bir de islamı bilmediğimiz gerçeği var. Gerçi bu haliyle işimize gelir ya iki rekaat namaz , tespih ve takke ile cenneti garantiliyoruz. kader islam dünyasının en büyük ayakbağı ama bir şey var ki kader her şeyi açıklıyor bizim kafa yormamıza zahmete girmemize gerek kalmıyor.

  • değerli yazarımız yüksel bey; öncelikle bu güzel yazınızdan dolayı tebrik ve teşekkür ediyorum.sorun dediğiniz gibi gelenekselci din anlayışımızdan kaynaklanıyor.ama kaynaklar ne kadar güvenilir.

Bir cevap yazın