“Başörtülü Kürt kızı Rojda” hakkında…

Utanç Pişmanlık ve Azap
Kapılar kırılır, talan edilirdi sevdalar,
umutlar,
ve insan olan ne varsa.
Akan kan kabilelerimizden
Zilan, Munzur, otuz üç kurşun, Nevala Kasaba
ve ülkemin bütün derelerinde.
O iklimde kalırdı acılar,
duymazdı bir Allah’ın kulu çığlıklarımızı
ve dağlara sevdalanırdık.
Karabasan gecelerin sabahında direnmek kalırdı Kürde;
yaşamanın bir diğer adı direnmekti.
Musa Anter

Nevala Kasaba yani Kasap Deresi. ‘Orada’, çok da uzak olmayan ama bize hep uzak gelen, gerçek adını söylemekten hep imtina ettiğimiz ‘orada’ katliamlar olur, derelerden kan akar, gelinler yol gözler, analar ağıt yakardı ve çığlıklarını ‘bir Allah’ın kulu’ duymazdı. İşte o zamanlar Allah’ın ‘sağır’ kullarından biri olan ben bugün söz alıyorum ve bu sözü o zamanlarda almadığım için utanarak, pişman olarak, vicdan azabı içinde kıvranarak alıyorum. Ülkemde söz alanlar çoğalıyor bugünlerde, cesaretleniyor, cesaretlendiriyor. Yüzü gözü toz içinde, ayakları çamur içinde olan adaleti tekrar ayağa kaldırabilmek, tesis edilmesine katkıda bulunmak için söz alıyor. Diyarbakır Cezaevi, 17 bin fail-i meçhul ve dili koparılmak istenmiş bir halk. Adına “geçmiş” deriz ama ‘geçemeyen’ nedir, onu hep biliriz. Evlat acısı geçer mi ya da kemiklerini yeni bulduğun bir kardeşin acısı ya da işkence edilerek acılar içinde öldüğünü bildiğin babanın acısı… Soru işareti konacak bir cümle değildi evvelki, koymadım. Utanç, pişmanlık ve azap…

Sahi nedir bu ülkede Müslümanlar’ın derdi, bir dertleri var mıdır? Başörtüsü yasağı mıdır ilk aklınıza gelen? Belki dinin ‘sivil’leşmesi meselesi hatta Diyanet’in lağvı? Filistin Meselesi? Zenginleşmeyle gelen yozlaşma? Peki, Kürt Meselesi bu dertlerin neresinde durur? Neden bu ülke Müslümanları ümmetin bir parçası olan Kürtler’in meselesini kendi meselesi olarak telakki etmekten bu kadar aciz kalmıştır? “Ümmetim tek bir beden gibidir” diyen Peygamber’in inananları bedenin bir parçası lime lime edilirken neden kayda değer bir ses çıkarmaktan bu denli imtina etmiştir?

Müslümanların derdi ne?

İşte bunlar sonuna soru işareti konması gereken cümleler. “Doğaldır bir halkın kırılırken ses çıkarması!” diyor Selim Temo. Kürtler kırılıyorlardı ve ses çıkardılar, duymadık. Sonra çaresiz dağlara sığındılar. Tüm varlıklarını, acılarını, kayıplarını, yaslarını tek bir kelimeye indirgedik: Terörist. Yetinmedik, her gün kelle başı saydık onları, hatta sevindik. Sonra da suçladık, varlıkları gibi yokluklarını da kıymetli bulup yaslarını paylaşanlarla, adaletin tesis edileceği sözünü verenlerle yani seslerini duyanlarla yakınlaştıkları için; zira ekseriyetle gayr-i Kürt Müslümanlar seslerini duymadı. Seküler bir anlayışın temsilcileriyle yan yana durmalarını yadırgadık, kınadık. Üstelik tüm bunları yaparken hiç utanmadık. Kürtleri bunca yalnızlaştırmamıza, yanlarında değil ısrarla ‘tepelerinde’ durmamıza rağmen hiç utanmadık ve suçladık. 2006’da gerçekleştirilen bir imza kampanyasına göre 3,5 milyon vatandaşımız Öcalan’ı iradesi olarak görüyor ve gayri-Kürt olan Müslümanlar Kürtlere öfke duyuyor. Peki, bunun müsebbibi kim sizce? Kırılırken duymadığımız, direnirken yüz çevirdiğimiz bir halkın hem içinden çıkan hem de yanı başında bulduğu insanlarla yan yana durmasına öfkelenmeye hakkımız var mı sahiden? Sahi nedir bu ülkede Müslümanlar’ın derdi, bir dertleri var mıdır?

Taşgetiren’in söylemi

Geçenlerde çok kıymet verdiğim bir yazar, Ahmet Taşgetiren, “Başörtülü Kürt Kızı” başlıklı bir yazı yazdı ve adını Rojda koyduğu bu Kürt kızının gelecekte ‘Kürt açılımı’ başarıyla sonuçlansa bile üniversite kapısından çevrileceğini söyleyerek okuyucularını uyardı. Kendi deyimiyle bunu ‘politik bilinci’ ayakta tutmak için yapmıştı, “başörtüsü yasağı hâlâ yakıcı bir sorundur” demek için. Bu yazıyı okuduktan sonra son derece müteessir olan ben, “başörtülü Türk kızı” Hilâl, kabul ederse Rojda adına da, kendisine cevap vermek istiyorum.

‘Üçüncü Yolcu’ tanımlamasından kastım, ne zaman halk iradesi temsilcileri statükonun çelik bileğini bükmeye çalışarak düğüm olmuş toplumsal bir mevzuya el atsa, ait olduğu kimlik kategorilerine göre ‘kendi’ saydıkları meseleleri gündeme getirerek statükonun bileğine kuvvet verenlerdir. Uzlaşma, mutabakat ve toplumsal uyum en sevdikleri kelimelerdir. Böyle bir grup aydın geçen sene üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılması gündemdeyken “Hem Özgürlük, Hem Laiklik” bildirisiyle çıkmış ve tabir-i caizse ortalığı bulandırmışlardı.

Başörtüsü yasağının kalkmasını özgürlükler alanında bir gelişme gibi gören bu bildiri yasağın kalkmasını laiklik adına bir gerileme gibi sunmuştu. Kaygı ve hassasiyetlerini gündeme getirerek ve bunu da halkın bir kısmını temsil ettikleri argümanıyla yaparak ‘mahalle baskısı’ söylemini apaçık bir devlet baskısını devam ettirmek için meze yapanların safında yer almışlardı. Onlara göre bu ülkede başörtüsü yasağı vardı ama 301 de vardı, Kürt meselesi de vardı, Alevi meselesi, vb. de vardı. Bunlar hallolmadan ne diye başörtülü kadınların hakları öncelenecekti ki? Hükümet, 301. madde ya da Vakıflar Yasası ile alakalı değişiklik yaparken başörtüsü yasağını hatırlatma ihtiyacı duymayan aydınlarımızın, iş başörtüsü yasağına gelince gayretkeş bir biçimde memleketteki tüm siyasi meseleleri hatırlatmaya girişmeleri samimiyetlerini müşahade etme açısından faydalı oldu. Ne yazık ki Ahmet Taşgetiren’in de son dönem yazılarına hakim olan böyle ‘üçüncü yol’cu bir ruh. Lakin Ahmet Taşgetiren’in söylemi özelde onun gibi düşünen Müslümanların, genelde ise tüm ‘üçüncü yol’cuların zihniyetinin semptomatik bir örneği olması sebebiyle bu yazıdaki tenkitler de -artık Taşgetiren’in de içinde yer aldığı- ‘üçüncü yol’cuları vicdanın yoluna davet etmeye yöneliktir.

Açılım sözünün havada dolaştığı ama çözüme yönelik somut adımların bile daha atılmadığı bugünlerde Ahmet Taşgetiren “başörtülü Kürt kızı Rojda” üzerinden başörtüsü yasağını gündeme taşıyarak aslında geçen sene yasağın kaldırılması tartışmaları sırasında 301. maddenin kaldırılması gibi bazı diğer demokratik taleplerin önemine vurgu yapan aydınlardan çok da farklı bir tavır ortaya koymuyor. Üstelik böyle yaparak Kürt meselesinin Müslümanların birinci meselesi olmadığının da altını çiziyor.

Diğer bütün diller gibi bizzat kendisi de Allah’ın ayetlerinden biri olan Kürtçe’nin korunup yaşatılması hangi nedenden ötürü başörtüsü yasağından daha önemsizdir ya da Müslümanlar açısından neden biri diğerinden daha az yakıcıdır; işte sorgulanması gereken ezber tam bu noktada yatıyor. Üstelik bu ezber öylesine kuvvetli ki yine Müslüman bir halk olan Kürtler ile gayr-i Kürt Müslümanlar’ın ortak ezilmişlik tarihini es geçebiliyor. Bu öyle bir tarih ki bir ucunda Müslümanları tektipleştirme/’çağdaşlaştırma’ politikasını güden Diyanet İşleri Başkanlığı ile Kürtleri tektipleştirme/Türkleştirme politikasını en sert biçimde savunmuş olan Genelkurmay Başkanlığı’nın aynı gün kurulmuş olması vardır. Bir diğer ucunda ise ilahi okuyan çocukları bile tehdit unsuru gören ama aynı zamanda da “Ne mutlu Türk’üm diyene” demeyen herkesi düşmanı ilan eden 27 Nisan e-muhtırası vardır.

Yeni ‘üçüncü yolcu’lar

Taşgetiren, takip eden bir diğer yazısında ise “Hükümetin, CHP ve MHP’nin tepkilerini dikkate alıp, onların öfkeli tavırlarına kaynaklık eden toplum duyarlılığını izale etmesi gerekir” demiş. Geçen sene yasak karşıtı olduklarını beyan edip ardından toplumun diğer kesimlerinin ‘laik’ duyarlılıkları dikkate alınmalı önerisinde bulunan ‘üçüncü yol’cu aydınlarımızın tavrının bir benzeri ile karşı karşıyayız. Halbuki, o vakitlerde Taşgetiren ne CHP’nin itirazlarına kulak verilmesini ne de MHP’nin yasağın sadece üniversitede kalkması yönündeki tepkilerinin dikkate alınmasını savunuyordu. Hülasa, ‘üçüncü yol’culuk, ait olduğu kimlik kategorilerini adaleti ayakta tutma çabasının önüne koymayı gerektiren ve dolayısıyla ahlaki tutarlılıkla pek de bağdaşmayan tavırlara yol açan bir tutumdur.

Bariz tutarsızlıklara rağmen bu yolu tutturmaya devam edenlere “hayırlı yolculuklar” deyip geçmek isterdim fakat Taşgetiren aynı yazının sonunda öyle bir tespit yapıyor ki bence üzerinde düşünmeye değer: “Ben, gelinen şu noktada, bu meselede, hükümete yönelik alkışların önemli bir kısmının, hiçbir toplumsal tabana, hele AK Parti’ye yakın tabana sahip olmadığını iddia edebilirim.” Taşgetiren böylelikle ‘Kürt açılımı’nın arkasında AKP tabanının yani dindar, muhafazakar, vb. birçok sıfatla anılan Müslümanların olmadığını savunuyor. Peki şu anda Müslümanlar diye tanımlamayı tercih ettiğim kesimde bu tespitin yanlış olduğunu kanıtlayacak bir hareketlilik mevcut mu? Şahsi tecrübelerim Taşgetiren’in tespitinin yanlış olduğunu düşündürtse de Müslümanlar ısrarla elini taşın altına sokmaktan imtina ediyorlar.

Yüzleşme vakti geldi

Mesela her Cumartesi günü saat 12.00’de Galatasaray Meydanı’nda toplanan fail-i meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden ailelerin eylemlerine katılmaktan acizler ya da Kürt Açılımı’na destek vermek için DTP ile birebir görüşmek hususunda bir adım atmıyorlar ya da Kürt halkının temsilcilerini de çağrıcı olarak içeren bir ‘sokak eylemi’ düzenlemiyorlar ya da “Başörtülü Kürt kızı Rojda”nın annesi gibi her biri başörtülü olan Barış Anneleri ile temas kurmuyorlar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kuşkusuz Müslüman temsili olan bazı dernekler anlamlı bildiriler yayınlıyorlar, sanal da olsa ‘ses’ veriyorlar ama Müslümanlardan mülhem sivil toplum camiasına baktığımızda ‘kara kamu’yu hareketlendirecek ve Kürt halkı ile dayanıştıklarını açıkça ortaya koyacak bir eylemlilikten de kaçındıklarını müşahade etmek hiç de zor değil.

Bunun sebebi yazının girişinde saydığım sebepler olabilir ve bu sebepler “o zamanlar medyadaki dezenformasyon yüzünden bilmiyorduk” denerek belki geçiştirilebilirdi ama bugün hâlâ aynı mazeretleri beyan etmek en hafif tabirle utanılması gereken bir tutum. Artık günahlarımızla yüzleşme ve bir nevi tövbe etme noktasında olmalı, duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden tüm önerileri en azından müzakere edebilmek için Kürtlerle ilişki içerisinde olmalıyız. Hasılı, zamanında Allah’ın emrettiği gibi “hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler”den olmadık. Bugün bunu telafi etmek ve halleşmek için önümüzde bir fırsat var. Bu fırsatı ‘ama’sız değerlendirmezsek iki cihanda da yakamızdan öfkeli eller tutacak ve o ellerin sahipleri ‘hak’lı olacak.

Bu metni Kürt meselesine dair analiz ve tespit yazısı yazmakta pek sıkıntı çekmeyen lâkin asıl ‘sıkıntı’nın bu olmadığını bilen biri olarak yazdım ve belki de en çok şunu sormak için:

Ey Cemaat-i Müslimin, Nerdesin?

HİLÂL KAPLAN, Star Gazetesi/Açık Görüş

Bir cevap yazın