İnsanlık haysiyetine aykırı bir mesele olarak elindekiyle idare etmek

Kanaat etmek, insanlık haline İslam’ın en önemli katkılarından biri olsa gerektir. Mevcut olanla yetinmek, elindekiyle idare etmek ve kanaat üzerine ne çok güzel söz var Türkçe’de:Ayağını yorganına göre uzat, aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz, kanaat gibi devlet (büyük nimet) olmaz, yılan bile toprağı kanaatla yalar, aza kanaat et olma tamahkâr…

Hikmetli, manidar, öğretici ve insanı nefsinin azgınlıklarına uymaktan alıkoyan kıymetli sözler bunlar.

İslam, kanaati ve sabrı, insanın haysiyetini koruyan sağlam bir kalkan olarak armağan ediyor bize. Elindekiyle kanaat etme ve yaşadığı hale sabretme özellikleri çekip alınsa insanoğlunun ne kadar yıkıcı, zarar verici ve gözü dönmüş bir canavara dönüşebileceğinin örneklerini dünyanın heryerinde görmüyor muyuz? Bu vahşiliklerin, insanın hakettiğinin elinden alınmasına isyan etmesi nedeniyle mi yaşandığını sanıyoruz? O canavarlıkları yapanlar, hakkı olanı geri aldıklarında teskin olup sükunete kavuşuyorlar mı? Öyle olsa, ortaya çıkan akıl almaz, hatta hayal bile edilemez öldürme tekniklerinin sebebi nedir?

Kanaat ve sabır, insanın karanlık ve canavar yönünün dizginlenmesiyle doğrudan ilgili iki kırmızı çizgidir. Bu nedenle Asr suresinde “sabır”, mümin kabul edilmenin görünen vasıflarından biri olarak hatırlatılır. (103/Asr 3)

Fakat bu güçlü kalkan (kanaat ve sabır), asli kültürel ikliminden koparılıp yeniden tarif edilerek çok menfi, insanlık onuruna karşıt, insanlık haysiyeti için yıkıcı ve tahrip edici, zulmün ve olumsuzlukların yaşamasına destek veren bir silaha da dönüş(türül)ebilir. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra yaşanan iç çatışmalar sırasında ve sonrasında Peygamber’in mirasını yoketmeye azmetmiş Emevi saltanatının ürettiği itikat/kelam (teoloji) kanaat ve sabrın tarifindeki bu dönüşüm üzerine kurulmadı mı?

Şeytanın Allah’ın adını kullanarak bile insanları aldatabileceğini ikaz eden (35/Fâtır 5) İslamî öğretinin yaşadığı bu kritik anlam kayması gerçekten trajiktir.

Sabrı emreden Allah Teala, bunu kişinin moral ve ahlakını diri tutması ve o güçle zulmün, çirkinliklerin ve olumsuzlukların üzerine yürümesi için ikaz etmişken, aynı “sabır”, zalimlerin ve egemenlerin tarif tornasından geçtikten sonra, zulme ve haksızlıklara boyun eğme, karanlık emellere karşı sessiz kalma ve adalet bayrağını düştüğü yerden kaldırmak için parmağını bile kıpırdatmama davranışının adı haline gelmedi mi?

Daha iyisine ulaşabilmek için güçlü olmamızı sağlayacak kanaat ve sabır, günümüzde, eldekiyle yetinme, daha iyisini istememe ve o iyi için çalışmama, her türlü olumsuzluk ve yanlışlığa karşı sessiz kalma biçiminde tezahür ediyor.

Almanyalı Marx’ın Avrupa tarihindeki benzerini hedef alarak “din afyondur” dediği anlayış bundan başkası değildir.

Oysa Kur’an diriler için ve diriltmek üzere gelmiş ilahi kelamdır ve eğer onun zulme, haksızlıklara, olumsuzluklara karşı iyinin, iyiliğin ve doğruluğun mücadelesine koyulma çağrısı ruhu şahlandırmıyorsa o ruhun itikat ettiği din afyondur, uyuşturucu hükmündedir.

Toplumun daha iyisini neden istemediğini, insanlık haysiyetini ayaklar altına alacak düzeyde aldırışsız, isteksiz, hevessiz ve mücadelesiz kalakalmış olmasını, bu satırların yazarı, tek tek insanların ilahi vahiyle kurdukları hatalı ilişkiye bağlamaktadır.

Öğrenmeyi, merak etmeyi, araştırıp doğruyu bulmayı, hakka ve hakikate sadakatten başkasına bağlanmamayı, gücü yettiğince düzeltmeyi, katılmayı ve katkıda bulunmayı böylesine çok tekrarlayan bir kelâm, nasıl olur da ona inanan ferdin gönlünde fırtınalar koparmaz.

Müslüman olmayı etnik kimlik gibi tanımlayıp o kendisini o kimliğin içinde gördükten sonra yolun sonuna geldiğini, artık herhangi bir gayret içinde olmasının gerekmediğini düşünen kıdemli dindarlar da bu çerçevenin dışında değildir. Hiç boşuna kendilerini güvenceye aldıklarını sanmamalılar. Çünkü yükümlülükler geniş bir yelpazedir ve kimisi için temel kaidelere uymak yeterli görülmüşken, kimisi için sorumlulukları oranında yükümlülükler vardır.

Elindekiyle idare etme ve yetinme anlayışı, siyasetten toplumsal hayata, entelektüel faaliyetten kültür ve sanata kadar ülkenin ya da şehrimizin hızla başaşağı yuvarlanmasına neden oluyor.

Hiç iyimser olmayalım; kesinlikle devasa parçaların kopması biçiminde cereyan eden bir nitelik ve düzey kaybı yaşıyoruz ve bu hızlı düşüşten sonra meydana gelecek sert çarpmanın travması öyle kolayca telafi edilebilecek bir kayıp olmayacak.

Çok kötü örnekler var önümüzde. Mevcut siyasetçiler mesela sel felaketinde hayatını kaybeden insanlar karşısında hissizdiler, aldırışsızdılar, kayıtsızdılar ve ihtiraslı biçimde siyasal kazanım kavgası veriyorlardı. Son beş ayda 700’e yakın küçük çocuk kayboldu Türkiye’de, hâlâ bulunamadılar ama hiçbir yönetici bu tablo karşısında kahrolmuyor. Demek ki o çocukları kendi çocukları gibi görmüyorlar!

Bu duruma kanaat etmek ve sabır göstermek, ilahi kelâmın muradı olabilir mi? Bu din anlayışı afyon ve uyuşturucu madde değil de nedir?

Acaba bu din anlayışıyla hem dünyada hem ahirette ödül beklemek nasıl bir yüzsüzlük olabilir?!

Kenan Çamurcu

Özgür Kocaeli gazetesi, 30 Eylül 2009

 

Bir cevap yazın