Paketlenmiş haklar, ihsan edilen özgürlükler

KADRİCAN MENDİ

Tartışmaya başlamadan önce, muhafazakarlar ve “bir kısım” liberallerin olumladıkları  Anayasa değişikliği paketinin toplumsal ihtiyaçların ve taleplerin önünde mi gerisinde kaldığını tespit etmekte fayda görüyoruz.

Toplumun tabandan gelen taleplerini yeterince karşılamayan ancak AB kriterlerine uyum zorunluluğu sonucu gelinen bu nokta “Türkiye” açısından ileri bir adım olarak değerlendirilebilir mi?

Dünyanın geldiği noktada “Batı”ya uyum sağlama saiki ve çabasından ibaret olan hamleleri toplumun önünü açan  ilerici hamleler olarak değerlendirmek, bana “özel kanallar, otobanlar hep rahmetli Özal zamanında yapıldı!” şeklindeki devri sabık övgülerini hatırlatıyor.

Mezkur kazanımlarının mahiyeti bir yana; Özal’ın kapitalist duruşunu değiştirmediği sürece, başka bir şansı var mıydı ki?

Burada sırf Batı’dan geldiği için “ilerici” hamleleri “romantik” bir tepkiyle reddetmeyi önermiyoruz tabii ki. Zira batının biri devleti, diğeri  toplumu esas alan iki farklı kanaldan ilerlediğinin bilincindeyiz.

Bilakis toplumun ve bireyin haklarının “devlet”e karşı korunmasının yüzlerce yıllık savaşının sonuçları tüm insanlık ailesinin kazanç hanesine yazılmalıdır.

Ancak kendi ülkemizde yaşadığımız vak’a Kemalist Devlet’in kendi toplumu karşısında değil, Batılı devletler karşısında geri çekilmesi anlamını taşıyor.

Dolayısıyla hükümetin dünya konjonktürünün bir gereği olarak AB kriterlerine ilişkin uygulamalarını topluma “saye-i devletlerinin bir ihsanı” olarak bir hediye paketi içinde sunmasını “bizim çocuklar” diye hazmetmeli miyiz acaba? Dolayısıyla seçenekler sunulanlardan mı ibarettir; ya “hediyedir beğenmemek olmaz” deyip paketi itirazsız alacaksınız yada hediyesiz kalacaksınız!

Tartışma İslami camiada ise “yargı vesayeti”ne karşı halkın temsilcisi(!) olarak algılanan “hükümet”in elinin güçlendirilmesi gibi yanlış bir denklem üzerinden yürütülüyor.

Yargı karşısında “hükümet(ler)”in daha güçlü olması tezinin yedeğinde kamuoyuna taşınan  “başkanlık sistemi” seçeneği ,halkın hak ve taleplerinin belirleyici olacağı anlamına geliyor mu gerçekten?

Bunu AKP hükümetinden bağımsız olarak sormak lazım.

İktidarı/hükümeti dengeleyici hiçbir mekanizmanın olmadığı yada göstermelik olduğu, kuvvetler ayrımının sadece “hava-deniz-kara”dan ibaret olduğu bir düzenden mi yanayız. Yani hükümet bizden yana ise “kahredici” bir kuvvete sahip olup tüm muhaliflerin kafasını “demirden yumruğu” ile ezebilmeli mi? Ya da “dindar” çocukları yerleştikleri koltuklardan edecek her türlü ihtimali devre dışı bırakacak bir düzenden mi yanayız?

Burada, Kemalist ideolojinin savunuculuğunu yapan yargının, verdiği İslam karşıtı kararları unutmuş değiliz. Sadece şunu söylüyoruz;

Yargı sistemi yada eğitim sistemi üzerinde devletin ideolojisi ile hesaplaşmaksızın yapılacak kavga itiş kakıştan ibaret olmaya mahkumdur. Zira bu hesaplaşmayı yapamaz iseniz, devlet işleyişi üzerinde ısrarla yürüttüğünüz yap boz mesaisi sadece toplum nezdindeki güvenilirliğinizi bitirmeye yarayacaktır.

Toplumla cemaati ayırt edemeyen, cemaatinden istediği sadakati tüm topluma dayatan, gücü/iktidarı paylaşılmaması ve cemaatin dışındakilerden sakınılması gereken bir “nimet” olarak gören bu siyasetle  ciddi olarak hesaplaşma vaktinin geldiğini düşünüyoruz

Bu siyaset tarzı bundan yüzyıl önce istibdata ve onun temsilcisi Abdülhamid’e karşı olan İslamcıların değil, bizatihi “Abdülhamid İslamcılığı/ saltanat İslamcılığının” tarihsel, sınıfsal ve rövanşist karşılığıdır.

AKP’nin siyasete ilişkin genel yaklaşımı, ideolojik olarak teslim oldukları, onaylamak zorunda kaldıkları ve bu yüzden de içselleştirdikleri Kemalist egemenliğin, mekanizmalarını ele geçirmek gibi bir pragmatizmden ibaret görünüyor.

Bu anlayış alttan alta Kemalist ideolojinin tüm kutsallarıyla birlikte yeniden üretilmesi , bu ideolojik öze dokunulmaksızın yönetim mekanizmasının ele geçirilmesi üzerine kurgulanan ve bu zemin üzerinde Kemalist cumhuriyet elitleriyle her türlü değeri pazarlığa açan bir süreci besliyor.

Dikkat edilirse AKP’nin cumhuriyet elitleriyle restleştiği tüm konular bu “iktidar nesnesi” etrafında gerçekleşiyor; Hükümetin çıktığı toplumsal/sınıfsal kökene karşı hazımsızlık, sermayenin dindarlar lehine el değiştirmesi,”devlet”teki kadrolaşma, asıl çatışmanın eksenini oluşturuyor.

Emek sömürüsü, sendikasızlaştırma, toplum aleyhine uygulana gelen kapitalist ekonomik programlar, Kürt meselesi, Başörtüsü, azınlıkların durumu gibi toplumun gerçek meselelerinde Kemalist elitlerle hükümet arasında hiçbir ciddi çatışma gözlemlenmemekte. Olanlar ise kamuoyunun anlayamadığı bir biçimde! mutabakatla sona eriyor!

Bu iktidar oyunun da topluma ilişkin hayati meselelerin tamamı birer gündem maddesi olarak “rakip iktidar odağı”nın elini zayıflatmak için kullanılıp atılabilen politik malzemeler olarak elde tutulmakta.

Kürt meselesi, Başörtüsü ve Emek mücadelesine ilişkin gündeme getirilen, ancak birden bire geri vites yapılan hükümet siyasetlerinden şunu anlıyoruz ki, tüm bu gündemler hükümet açısından pazarlık masasına sürülmüş ve uzlaşı sağlanınca toplanabilen kartlardan ibaret.

Anayasa tartışmaları  işte bu iktidar savaşının yeni bir cephesi olarak karşımıza çıkarıldı.7 yıldır tek başına iktidarda olan AKP bu süre zarfında ne 12 eylül anayasasının ruhunda, ne siyasal partiler yasasında, ne  seçim barajının düşürülmesi ve milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi konularda herhangi bir ciddi değişikliğe yanaşmadığı gibi, Başörtüsü başta olmak üzere özgürlüklere ilişkin aktif bir iyileşmeye de katkıda bulunmadı.

Üzerinde mutabık kalınan, AB Sürecinin dayattığı düzenlemeler dışında,  AKP hükümetinin toplumun refah ve saadetine herhangi bir katkısının olup olmadığı meselesi gerçekten tartışmaya açık bir konu olarak karşımızda duruyor.

Şunu hiç kıvırmadan söylemeliyiz ki topluma dayatılan A.Y.değişikliği paketi yargının hükümeti frenlemesinin önünü kesmeye dönük maddeleri de içermekte.

Tüm toplumun üzerinde mutabık kaldığı en azından kimsenin itiraz etmeyeceği maddeler ile  HSYK ve AYM’nin yapısına ilişkin düzenlemelerin toplumun önüne paketlenerek sunulması çabası her şeyden önce maşeri vicdanı zedelemiştir.bu bir anlamda topluma “eğer bir şey  istiyorsanız siz de karşılığında bana bir şeyler vereceksiniz” demektir.

Bu atmosferde toplumu  ilgilendiren en temel meseleler için İslami camiada AKP’ye karşı/alternatif  net bir “siyasal” duruş/söylem sergileyen belirgin bir çizginin olmayışı ise düşündürücü…

Bazı çevrelerin İslami kavramlarla yapmaya çalıştıkları eleştirileri ise, haddizatında “siyasal/beşeri olan”ın reddine dayanan bakışları dolayısıyla, siyasal bir mücadeleye dönüşemediği gibi salt “hüküm” vermeye dönük fıkhi çabalar düzeyinde kalıyor.

Tabii AKP’nin temsil ettiği  İslami görüşü paylaşan ve durumdan memnun olan camia ve cemaatleri bu tartışmanın dışında tutuyoruz zaten.

İslami camianın başta da belirttiğimiz gibi edilgen tavrı, eleştiri yaparken kullandıkları  “kuşdili”, İslami mücadelenin zeminini aşındırmaktadır.

Bağımsız bir İslami hareketin olmadığı ve İslami taleplere indirgenmiş bir mücadelenin de  bazı STK’lar üzerinden yürütüldüğü bir süreçte, özeleştiri yapmak öncelikli mesaimiz olmalı diye düşünüyoruz.

Devlet karşısında rüştünü ispat edememiş bir sivil toplumun hükümet ile paralel hareket etmesi, hükümetin kendini sivil topluma onaylatması ve bunun üzerinden politikalarını meşrulaştırması sonucuna yol açmaktadır.

Camiamızın, toplumun sınıfsal yapısından ne kadar bihaber  yada bialaka oldukları AKP ‘nin tüm temel hamlelerini “paket halinde” onaylamalarında görülmektedir.

AKP’nin siyaset tarzının bir bütün olarak masaya yattığı böyle dönemeçlerde bütüne onay verdikten sonra düşülen şerhlerin, “ama” ile başlayan kuşdili ile devam eden eleştirilerin  siyasal zeminde hiçbir karşılığı olamaz.zira puan hükümetin hanesine yazılırken sorumluluk STK ‘lar üzerinden tüm topluma paylaştırılmış olur.

STK’larımız genellikle birer “cemaat”tan ibaret oldukları için toplumun farklı katmanlarının taleplerini ve endişelerini yakalayamamakta, ve maalesef meseleyi salt hükümetle kurdukları sembiyotik ilişki üzerinden, “cemaatin var olma meselesi” derekesinde algılamaktadırlar.

Hükümet tarafından adım adım oluşturulan bir “yeni Osmanlı” ideolojisinin tüm toplumun üzerine çöken gölgesi, maalesef İslami camia açısından sığınılan ve benimsenilen bir meşruiyet alanına dönüşmektedir

Bu gidişat yakın vadede İslamcı  siyasetin toplum nezdinde inandırıcılığı ve alternatif olma potansiyelini örseleyecek, tüm İslami söylemi AKP parantezi içerisine sokarak anlamsızlaştıracaktır.

Ve bunun devamında süreç,  İslami yapıları hükümete ve dolayısıyla devlete bağımlı  hale getirecek bir ilişki biçimini üreterek; ezilenlere, kaybedenlere adalet vadeden  İslami söylemin toplumsal zeminini aşındıracaktır.

Zira müesses nizamla arasına net ve anlamlı bir mesafe koyamayan hiçbir siyaset alternatif olamaz, ancak hâkim rengin tonları olabilir.

Bu aşamada İslamcı  siyaset en azından özgün bir siyasal söylem oluşturabilmelidir. Bunun için kırıp dökmeye ya da kimseyi tekfir etmeye de gerek yoktur.

Bu söylemi geliştirebilecek siyaseti oluşturacak kadrolar, toplum içinde ne kadar örgütlü  olabildiğimiz, toplumun nabzını beyne ulaştırabilecek bir sinir sistemine sahip olup olmadığımız sorusunu gündem yapmamızla ortaya çıkacaktır.

Modern dünyada İslamcı camia, yekpare homojen bir cemaat değil, içinde emekçilerin, Kürtlerin, kadınların bulunduğu katmanlı bir yapıdadır.

Tüm bu farklılıkların İslamın özgürleştirici tezleriyle hayat bulmasının kendini İslam ile ifade etmesinin yolu söylemimizin ve tutumlarımızın adil ve tutarlı olmasıyla mümkündür.

Bir cevap yazın