Türkiye’nin Kürt Meselesi mi, Kürtlerin Türkiye Meselesi mi?
90’lı yıllardan itibaren “devlet”in değişen dünya konjonktürü karşısında kendini yenileme çabalarına şahit oluyoruz.
Kemalist egemenliğin özüne dokunmaksızın, oluşan yeni şartlara intibak etmeyi hedefleyen ve devletin derin aklı tarafından yürütülen bu “yeni dünya düzeni”ne uyum projesi hali hazırda da devam etmekte.
Küreselleşen ekonomiden, uluslararası siyasette ortaya çıkan yeni dengelere, ulus devlet tartışmalarından, devletin yönetebilme-yönetişim kapasitesine kadar bir dizi konu etrafında devam eden bir “reorganizasyon” süreci bu.
Ve tüm bu dönüşüm süreci ekonomi ile birlikte siyasal ve sosyal (bu arada dini) hayatın da “devlet” tarafından bir bütün olarak “kayıt altına alınması” çabasıdır aslında.
Ergenekon’un tasfiyesinden komşularla ilişkilere, bölgesel güç olma iddialarından Kürt meselesine kadar tüm güncel tartışmalarda yerinden oynayan taşların, revize edilmiş bir “Kemalist Türkiye” oluşturmak için yeniden düzenlendiği bu “büyük oyun”u izlemek mümkündür.
Turgut Özal ile başlayan, Anavatan iktidarlarıyla ivme kazanıp koalisyonlarla süren ve 2002’den beri ise AKP iktidarı ile devam eden tüm bu dönemde “Kürt” meselesi ise nirengi noktası olmuştur.
AKP’nin kuruluşundan itibaren egemenlerle yaşadığı gerilimli flört bu değişimi yürütmek için gerekli sadakat ve ehliyete sahip olup olamadığı ile ilgili.
KİMİN AÇILIMI: AKP’NİN Mİ, DEVLETİN Mİ?
AKP aldığı oy sayısı ve dayandığı toplumsal sınıfın yükselen gücü ile hükümet olma ehliyetine sahip olduğunu, “Dolmabahçe görüşmesi” ve bizim bilemediğimiz kim bilir hangi kapalı toplantılarla da Kemalizm’e sadakatini ispat sadedinde bir varolma mücadelesini halen yaşıyor.
Bu zaviyeden bakıldığında AKP hükümetinin “demokratik açılım “ismini verdiği hamlenin, aslında bahsettiğimiz değişim sürecinin bir devamı olarak devletin yeni bir “açılımı” idi.
Baştan itibaren gerek sorunu algılanması ve tarif edilmesi, gerek nihai çözüm önerileri Kemalist devletin resmi görüşünün çizdiği sınırlar içindeydi.
Hatırlanacağı üzere şimdiki dâhil olmak üzere son üç genelkurmay başkanı görev süreleri içinde defalarca Kürt meselesinin sadece silahla çözülemeyeceği, ekonomik sosyal kültürel açılımların da şart olduğuna dair beyanatlarda bulunmuşlar ve kamuoyunda takdir(!) görmüşlerdi.
Hatta daha ilginci “derin devlet”in ya da devlet aklının prenslerinden Mehmet Ali Ağar 2006 yılında DP başkanlığında AKP’nin alternatifi olarak palazlandırılmaya çalışılırken Kürt meselesi ile ilgili olarak“düz ovada siyaset yapma “ gibi bir tartışma başlatmış ve basın bunu “demokratik açılım” olarak nitelemişti.
Bu yüzden mevcut tartışmayı doğru anlamak açısından, muhatabı doğru kavramak zorundayız.
Farklı aktörlerle farklı biçimlerde gündeme getirilen “açılım” söylemi Özal’dan, Demirel’e Mesut Yılmaz’dan Ecevit’e kadar sürekli olarak devletin “B planı” olarak devam ede gelmiştir.
Tabii tüm bu açılımların merkezinde daima mevcut “Kemalist ülke-millet-devlet” teslisi bulunmuştur.
Son 10 yılın gazete arşivlerine sadece bir göz attığınızda dahi bu sürekliliği fark etmeniz işten değildir…
AÇILIMIN TEMEL AÇMAZI
Bu haliyle bakıldığında AKP’nin devlet adına başlattığı yeni “demokratik açılım”ın en temel açmazı, daha öncekilerde de olduğu gibi mevcut devlet algılamasını değiştirmeksizin sorunu çözme iddiasında olmasıydı.
Bu çabanın ilk ayağı PKK-DTP-BDP çizgisini terörle mücadele kapsamında değerlendirip örgütü çözmek, marjinalleştirmek ve “Kürt sorunu ayrı, terör sorunu ayrı” gibi bir propaganda üzerinden halk desteğini denklem dışına taşıma hesabı idi. Bu tasfiye planı yapılırken komşu ülkelerle “sıfır problem” çerçevesinde yapılan “terörle mücadelede işbirliği” (-ki son dönemde İran’la görülen “yakınlaşma” iddialarını da iki ülkenin “Kürt” meselesine yaklaşımları göz önünde bulundurmaksızın anlamamız mümkün değildir.) ve ABD-İsrail ile yapılan “istihbarat paylaşımı” anlaşmalarına güveniliyordu ki halen öyledir.
Açılımın ikinci ayağı ise Kürt nüfusa birtakım “bireysel” haklar vererek, cumhuriyetin başarısız olduğu asimilasyon politikalarının yerine entegrasyon politikalarını ikame etmek idi.
Ancak hesaplar yine tutmadı ve AKP Habur sınır kapısında yaşananların, necip Türk medyası eliyle oluşturulan dezenformasyonu sonucu yaşatılan infial havasıyla beraber panikledi ve neticede kendisine ait olmayan bu açılımın sorumluluğunu üstlenmek istemediğinden aslına rücu ederek devletin resmi Kürt söyleminin arkasına sığındı.
Haddizatında gerek kadrolarının donanım ve ehliyeti gerekse herhangi bir ideolojik programlarının olmayışı, AKP’nin devlet siyasetinin yürütücüsü olmasının dışında bir yere oturmasına da izin vermiyor.
Durum başörtüsü meselesinde de, İsrail’le ilişkilerde de Kürt meselesinde de böyledir.
Mezkur açmazın Müslümanları, özelde İslamcı siyaseti ilgilendiren kısmı ise çok daha oylumlu bir tartışmayı zorunlu kılıyor.
Bu vesileyle Kürt meselesini tartışmayı önceki yazımızdan biraz daha ileriye taşımayı istiyoruz.
KÜRTLERİN DEVLET HAKKI VAR MI?
Mesaiye belki en son söylememiz gerekeni baştan söyleyerek başlamak lazım.
Tüm güncel siyasetten bağımsız olarak soralım; Ortadoğu’nun kadim kavimlerinden olan Kürtlerin ayrı bir devlete sahip olma hakları var mı?
70’li yıllardan itibaren Türkiyeli Kürtlerin gündemine giren bu soru, İslami camiada baştan itibaren bir tabu kabul edilmiş, bırakın tartışmayı, sorunun Müslümanların ağzına alınması bile adeta “kebairden” kabul edilmiştir.
Oysa zannımızca olası tüm diğer tartışmaları üzerine bina edebileceğimiz zemin, aslında bu soruya verilecek cevap ya da tutumlara göre şekillenecektir.
En ümmetçi kardeşlerimize dahi bu soruyu yönelttiğimizde, genellikle önce müthiş bir irkilme, şaşkınlık sonrasında ise çoğu zaman öfke veya en azından sitemle karşılaşmışızdır.
Devamında ümmeti parçalama planlarından, ulusalcılıktan, CIA’dan, İsrail’in arzı mev’ud projelerinden bahseden bir dizi ezbere laf duyarız.
Ancak yine de ısrar ediyoruz ki meselenin özü aslında buradadır.
Eğer Müslüman olduğumuzu söylüyorsak ve adil olmak gibi bir iddiamız varsa, bu soru, cevabını bilmiyorsak bile yüzleşmemiz gereken bir sorudur.
Sorun salt Türkiye’de yaşayan Kürtlerle ilgili değildir, sorun bu coğrafyada İran, Suriye, Irak da dahil olmak üzere tüm bölge Kürtlerini hesaba katarak gündemleştirilmesi gereken bir meseledir.
İnanıyoruz ki Kürt meselesine salt Türkiye’nin meselesi olarak değil Kürtlerin meselesi olarak bakmayı denediğimiz oranda meselenin şümulünü de fark edeceğiz.
KÜRTLERİN TÜRKİYE MESELESİ
Bu sorunun sadece sorulmuş olmasına bile getirilebilecek tüm itiraz ve eleştirileri hesaba katarak sorabilme cesaretini gösterebilmemiz, düşünsel ve pratik anlamda önümüze yeni imkânlar açacaktır.
Ancak bundan sonra İslami bir perspektiften PKK’yı, bölge dengelerini, İsrail’in hesabını, bölgesel Kürt yönetimini, Müslüman Kürtlerin durumunu, emperyalizmin amaçlarını v.s. konuşmamız anlamlı olabilir.
Kürt meselesi ümmet açısından Kürt ulusunun geleceği meselesidir. 30 milyonluk bir ulusun kendi kimliği ile var olma talebi ve hakkı hiçbir İslami ve insani gerekçe ile yok sayılamaz veya geçiştirilemez.
Tüm Ortadoğu coğrafyasında Kürt kimliğine en olumsuz yaklaşan ülke ise Türkiye’dir ve maalesef bunun paralelinde “Kürt kimliği” ile en fazla sorunu olan İslami yapılarda Türkiye’dekilerdir.
Tüm ağdalı “Türk Kürt kardeşliği “söylemine rağmen bir kimlik olarak Kürtlük söz konusu olduğunda bilinçli veya bilinçsiz, “Ümmet” olma gerekçesinin arkasına saklanılarak, Kemalist devletle paralel endişeler taşınmakta ve izhar edilmektedir.
Mesele elbette çok boyutludur.
Soracağımız bu ilk sorunun ardından belki daha somut tartışma başlıkları da açma imkânımız olabilecektir.
-Kemalist egemenlik ile hesaplaşmaksızın Kürt meselesinin ülkemize cereyan eden kısmını çözmek mümkün olabilir mi?
-Müslüman Kürtlerin kimlik siyaseti yapmalarına karşı takınılan menfi tavır, bize ümmet olma anlamında neler kazandırdı neler kaybettirdi?
Sorduklarımız bunlardan sadece ikisidir.
Gelecek eleştiriler doğrultusunda devam etmek ümidiyle…
Kadrican Mendi, 29 Haziran 2010
2 comments
Böyle yakıcı bir konuyu ele alıp bu cesur cümleler kurduğunuz için teşekkürler.Hak arayan bizlerin artık kendimizden başkalrının da uğradığı haksızlıkları görma vaktimiz geldi de geçiyor bile.Sanırım Türkiyeli müslümanlar olarak bir yol ayrımındayız. Hak arayışımız kaynağını sünnet-i ilahiyeden mi alıyor? Yoksa kendi mutluluğumuzla sınırlı olan bir bencilliğe mi daynıyor. Karar zamanı…Kürt meselesi de bizim ateşle imtihanımız olabilir mi acaba?
Yazı ezbozan değerlendirilecek kadar özerk.Bu yaklaşıma sahip olmak için ilk önce özgürleşmek gerek.Türkiyeli müslümanların çıtaları bu kadar yüksek değil.Yazarın bu tesbitlerini Kürt bir müslüman yapmış olsa kürtcülük yapmakla yaftalanacağından eminim.Son dönemde kürt sorununu değerlendirip dikkatleri oraya yöneltimesi için çaba harcayanlara ise kürt seviciliği ile değerlendirildiğini belirtmekte yarar var.
Marksist ideolojide ve özellil enternasyonel toplantıların birinde ki bildirgesinde ‘self detarminasyon’ ulusların kendi kaderlerini tayin
etme hakkı olduğunu ilan ettikten sonra genel geçer evrensel bir kaide haline geldi.İstanbulun bir mahallesi kadar nufusu olan Kıbrıs’ın ve kıbrıslıların devlet kurma hakkı varken orta beş parçaya bölünmüş kürd coğrafyası ve halkının neden böyle bir hakkı olmasın ki?Ummetin bölünmüşlüğünü dillendiren müslümanlara verilecek en güzel cevap ise’siyonistlerin yaptığının fazlası yapan kemalist sisteme karşı tavır alıp,Filistine gösterilen özeni Kürdistanada(bu isimden de rahatsız olunabilir)
göstermeleridir.Sadece Türkiye kürdistanına değil tüm küridstana.