Türkiye’nin rejimi ve referandum süreci
Dünyada üç rejim türü mevcuttur: Tek partili rejimler; yarı askeri parlamenter rejimler; parlamenter rejimler. Bugün birincisine örnek, Suriye, Libya gibi ülkelerdir; ikincisinin örneği ise Pakistan, Türkiye vb. dir. Üçüncüsü ise, İngiltere, Fransa vb. batı ülkeleridir.
Türkiye, 1950 yılına kadar tek parti diktatörlüğüydü. Bu tarihten itibaren yarı askeri parlamenter bir diktatörlük rejimi kuruldu. Bu rejimin kurulması için 1923 Anayasası’nın yerine yeni bir anayasa yapılması gerekmedi. Demek ki, bir rejimin niteliği, anayasalardan çok, fiili durumlarla belirlenmektedir.
Türkiye 1950 yılından günümüze kadar yarı askeri parlamenter demokrasiyle yönetilmiştir. Rejimin bu parçalı yapısı, aslında iktidarın iki egemen kesim arasında paylaşıldığını, zaman zaman birinin, zaman zaman diğerinin iktidarda ağırlık kazandığını gösterir.
1950’de yarı askeri parlamenter seçime geçildiğinde ağırlıklarını ordu ve devlet eliyle oluşturan devlet seçkinleri (bundan böyle bu adla anılacaklardır) hazırlıksız yakalandılar. Ağırlıklarını seçimler ve parlamento aracılığıyla oluşturan ve o sırada DP tarafından temsil edilen iktidar seçkinleri (bundan böyle bu adla anılacaklardır), bir bakıma 1923 Anayasa’sının monolitik iktidarlara olanak tanıyan yapısından da yararlanarak bir iktidar tekeli oluşturmaya kalkıştı ve devlet seçkinlerini 1950’lerin sonlarına doğru baskı altına bile aldı.
Bu, devlet seçkinlerinin bir darbesiyle sonuçlandı (27 Mayıs). Devlet seçkinleri, yeni bir anayasa yaparak (1961 Anayasası) rejimin yarı askeri parlamenter niteliğini resmen tescil etmiş oldular. Bu Anayasa’ya göre, parlamenter iktidar, devlet kurumları (yani devlet seçkinleri) tarafından (Yargıtay, Danıştay, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı vb) denetlenecekti.
İşte bu yüzden, 1961 Anayasası, o günden sonra devlet seçkinleriyle iktidar seçkinleri arasında büyük bir mücadele konusu olmuştur. Parlamento yoluyla seçilen iktidarlar, bu anayasanın iktidarlarını kısıtlayan maddelerini değiştirmek ve budamak için ellerine geçen her fırsatı kullanmış, devlet seçkinleri ise bu mevzileri korumak için sonuna kadar çarpışmıştır.
Türkiye, 1970’li yıllarda hem devlet seçkinlerini, hem de iktidar seçkinlerini, birlikte bir darbe (12 Eylül darbesi) örgütlemeye ve yapmaya sevk edecek ölçüde derin bir kriz ve dolayısıyla iç savaş ortamına girdi. Darbeyi görünürde askerler yapmış olsa da, darbe aslında daha 12 Eylül öncesinde, iktidar seçkinlerinin de rızasıyla hazırlandı. İktidar seçkinlerinin daha darbe olmadan, Tarabya otelinde geleceğin yeni anayasası toplantıları düzenlemeleri bunun en iyi göstergesidir.
12 Eylül darbesinden sonra getirilen 1981 Anayasası, sanılmasın ki, 1961 Anayasası’nın parlamenter iktidarı kısıtlayan maddelerinde çok büyük değişiklikler yapmıştır. Bu Anayasa, devlet seçkinleriyle iktidar seçkinlerinin esasen konsensüs halinde hazırladıkları bir Anayasa olduğundan en büyük değişiklikler halkın özgürlüklerini, emekçi haklarını kısıtlama yönündeki değişikliklerdir.
Böylece rejimin niteliği günümüze kadar değişmeden gelmiştir. 12 Eylül Anayasası, rejimin yarı askeri parlamenter niteliğinde bir değişiklik yapmamış, ancak bu rejimin halk ve özgürlük düşmanı karakterini pekiştirmiştir.
AKP’nin merkez sağ oylara hakim olması ve dolayısıyla iktidar seçkinlerinin ana partisi haline gelmesiyle birlikte yarı askeri parlamenter rejimin iki kesim arasındaki dengelerinin anayasal düzlemde yeniden düzenlenmesi gerekmiştir. Bugünkü anayasa değişikliğinin anlamı budur.
İktidar seçkini kesimin bugüne kadar merkez sağa hakim olan partileri, genellikle devlet seçkinlerinin icazetine dayanmışlardı. Dolayısıyla bu icazet ortadan kalktığı an bu partilerin de pılı pırtılarını toplayıp çekilmeleri gerekmişti. Ne var ki AKP ilk kez böyle bir icazetin, egemenlerin konsensüs havuzunun kısmen dışından gelip merkez sağa hakim olan bir partidir. Bu yüzden AKP’nin, rejimin iki egemen kesim arasındaki ilişkileri belirleyen temel taşlarını yeniden düzenlemeye herkesten çok ihtiyacı vardır. Aynı zamanda bu, 1961 Anayasa’sının, devlet seçkinlerinin vesayet ve kısıtlamalarının iktidar seçkinlerinin lehine radikal bir şekilde geriletilmesi için de zorunludur.
Dolayısıyla, bugünkü Anayasa oylaması, Türkiye’nin yarı askeri parlamenter rejimden batıdaki gibi bir parlamenter rejime geçmesi gibi büyük ölçüde niteliksel bir değişime işaret etmiyor. 1950’de fiilen işlemeye başlayan ve 1961 Anayasası’yla tescillenen yarı askeri parlamenter rejimin bileşenleri devlet seçkinleriyle iktidar seçkinleri arasındaki ilişkide iktidar seçkinleri lehine bir balans ayarına tekabül ediyor.
Eğer yukarda işaret ettiğim türden ciddi ve niteliksel bir rejim değişikliği, örneğin yarı askeri parlamenter rejimden parlamenter rejime bir geçiş söz konusu olsaydı, ben, “Anayasa Oylaması… Hepsi Aynı Kapıya Çıkar” başlıklı yazımda belirttiğim gerekçelerle yine oy sandıklarından uzak dururdum ama “evet” diyen arkadaşları da fazla eleştirmezdim. Bugün öyle mi ya!
Net durum şudur: “Evet” oyu verecek olanlar, iktidar seçkinleri partisinin taraftarı ya da yedek gücüdür; “hayır” oyu verecek olanlar, devlet seçkinleri partisinin taraftarı ve yedek gücüdür. Sonuçta evet de çıksa, hayır da çıksa, rejimin yarı askeri parlamenter niteliği de değişmeyecektir üstelik.
Sandığa gitmeyenlerin oy oranı yüzde ellinin üstüne çıktığı an Türkiye’nin 60 yıllık köhnemiş yarı askeri parlamenter rejimi belki temelden tartışma konusu olabilecektir.
Gün Zileli