N.Ç. Davası: Hakimlik mesleği feshedilse…
Cumartesi Anneleri oturma eyleminde, Döndü Anne “Belli oldukları halde çocuklarımızın katillerini, onlara bu müsaadeyi verenleri ellerinde yetki olduğu halde yargılamayanlar, bize çocuklarımızın kemiklerini vermeyip bir mezarı bile çok görenler, İnşallah çocukları üzerinden bizim yaşadıklarımızı yaşar” diye beddua etti senelerin figanından kekrekleşmiş sesiyle.
Beddua, başı Farsça, devamı Arapça; “lanet”, “ilenç”, “ah”; gücümüzün yetmediği yerdeki havalemiz, umarsızlığın bulaşmaya mecbur ettiği melanet… El-Camiu’s-Sahih’de (İmam Tirmizi’nin, İslam literatürünün en güvenilir hadis kitaplarından kabul edilen kitabı; bizde daha ziyade Sünen-i Tirmizi ismiyle tanınır.) “Mazlumun zalime olan bedduaları reddedilmez” der.
N.Ç. “Bu benim utancım değil, ismimi saklamıyorum” dese de, ben zaten telafi edilemeyecek kadar hasar görmüş bu genç kadına, onu yeni insanlık suçlularına hedef göstermemek için N.Ç. demeye devam edeceğim. N.Ç., 2003 senesinde, henüz 12 yaşında bir sübyan iken, Mardin’de iki yetişkin kadın tarafından pazarlanarak, aralarında yüzbaşı, kaymakamlık yazı işleri müdürü, ilköğretim okulu müdür yardımcısı, mahalle muhtarı gibi meslekleri işgal etmiş 31 yetişkin erkeğin tecavüzüne uğramıştı.
“Mü’min erkeklere söyle, bakışlarını indirsinler -haramdan sakınsınlar-, ırzlarını korusunlar. Muhakkak ki Allah, yaptıkları şeylerden haberdardır.” (Nur 30)
Uyuşturucu, fuhuş, gasp gibi nezih mecralarda istihdam edilen (!?), üzerlerinden bazı resmi aktörlerin de nemalandığı, 100 bine yakınının mevsimlik tarım işçiliği yaptığı, bazılarının ailelerinden kiralandığı “Zorunlu Göç Çocukları” birkaç sene sonra genleşmesi tamamlanınca bir çöplük gibi patlayacak, coğrafyanın çok büyük bir meselesi, büyük bir utanç. Devletin resmi rakamlarına göre bölgede 5 bin civarı köy boşaltılmış, yakılmış, insanları topraklarından sürülmüş. Mesela Pasur’un bir köyünde, iki hayvan ve biraz da toprakla belki dışarıdan sadece şeker, tuz, çay satın alma fakirliğinde ama karnını doyuran 6 çocuklu bir rençber aile, Diyarbakır’a, Mersin’e, Mardin’e zorunlu göç edince salt açlıkla sınanıyordu.
Şehirde paraya tahvil edebileceği hiçbir zenaatı olmayan bu insanlar, salt açlık sınavında o döneme kadar hayatlarını belirlemiş ahlaki, dini, vb tüm değerlerini terk edip hayatta kalmanın bedeli olarak her şeyi kabullenmek mecburiyetinde bırakılmıştır.
Uzaktan teori üretmek yerine, gidip doğrudan temas edenler en temel ihtiyaçlarına muhtaç bırakılmış bu insanların, nasıl “büyük ben”den sökülüp kendi bacağına sarılmış “ben”in aczine, gündelik bir ekmek parasına düşürüldüklerini, karnının tokluğundan utandıracak sefaleti görecektir…
Bundan sekiz sene önce, Mardin’e düşürülmüş bir aile, 12 yaşındaki kızlarının getirdiği gündelik ekmeğe öyle muhtaçtı ki, gözlerini, algılarını tümden kapatmışlardı. Sözümona gazete satan sübyan ise, bu ekmek pahasına T.T. ve E.A. isimli iki kadın (!?) aracılığıyla 7 ay boyunca, aralarında bizim vergilerimizle karınlarını doyuran resmi aktörler, Kızıltepe Kaymakamlığı Yazı İşleri Müdürü olan R.S , Mardin İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli yüzbaşı E. E. gibi devletluları da olan erkek(!?)lerin tecavüzüne uğruyordu.
“Mü’min erkeklere söyle, bakışlarını indirsinler -haramdan sakınsınlar-, ırzlarını korusunlar. Muhakkak ki Allah, yaptıkları şeylerden haberdardır.” (Nur 30)
Bu insanlık suçu ilk ortaya çıktığında medya kısa vadeli meta değerinin kokusunu alıp mal bulmuş mağribi gibi, N.Ç.’yi deşifre etmecesine üzerine atıldı; türlü devlet erkanı boy gösterdi. Ama dava bir türlü tamamlanmıyor, tecavüzcüler, pazarlamacılar tutuksuz yargılanıyordu. N.Ç. dönemin Adalet Bakanı’na yazdığı ilk mektupta “Sayın Bakan… adım N.Ç, 13 yaşındayım. …7 ay boyunca bana tecavüz ettiler. Bana ve mağdur olmuş bütün genç kızlara bunu yapan suçlulara çok ama çok büyük ceza verilsin istiyorum. Bu kızınızın başına gelse ne hissedersiniz…” diyordu.
Ben N.Ç’yi birkaç sene önce, uslanmaz iki insan hakları savunucusu Eren Keskin ve Leman Yurtsever vasıtasıyla tanıdım. Çok zeki, çok hassas, her şeye, herkese karşı teyakkuzda, himayesine girdiği iki kadın dışında hiç kimseye, hiçbir şeye güvenemeyen, yarasının içtimai utancı gözleri gözlerinden kaçırtan bir kız. Bir çocuğun, hele hele yaralı, çok ama çok yaralı bir çocuğun himayesinin ne menem bir şey olduğunu da o ilişkide gördüm.
Temel ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir şey değil, bir gün teneffüsü olmayan bir mesuliyet, biri anne, biri abla figürünü üstlenmişti. Biri, onmaz bir yaranın depreştikçe, hala müstakbel bölümü fazla olan genç hayatını mahvetmesine müsaade etmeyen, o nokta geldiğinde çekinilen bir anne; diğeri geçmişin karabasanlarından kaçmak için şımarılan bir abla.
N.Ç. utanç vakası ortaya döküldükten sonra, ailesinden alınıp Adana Çocuk Esirgeme Kurumuna verilmişti. Ama kaçtı, İstanbul’a geldi ve “beni çok zor doğurdunuz” dediği, soyismini kullandığı Eren Hanım ve Leman’a sığındı. Hikayeyi parça parça ilk dinlediğimde müthiş bir tiksinti, müthiş bir utanç, müthiş bir umarsızlık duydum. Hayata karşı kocaman bir hiçlik.
“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını, cehennem için var ettik.” (Araf 179)
Bir sübyan, aylarca fiili livata dahil türlü tecavüze uğramıştı. Vücudunun henüz farkında bile olmaması gereken bölgelerini, Leman aylar boyu elleriyle ilaçlayarak iyileştirmişti. Vücudun yaraları zamanla kabuk bağlayıp kimisi farkedilmeyecek izler bırakıp iyileşiyordu da, ya ruhun yaraları?
Seneler süren psikiyatrist seansları, iki kadının usanmaz ihtimamı, şefkati belki başlardaki intihar duygusunu uzaklaştırmış, bir ölçüde ayaklarının üstüne bastırmıştı da ona açtığımız, açılmasına müsaade ettiğimiz yaralar telafi edilemezdi; ancak onlara rağmen, onlarla gencecik hayatına devam edebilme gücü bir nebze de olsa verilebirdi N.Ç’ye; her an bir yaranın depreşmesinin yüksek ihtimali eşliğinde.
Bir daha hiç bir zaman inanamayacak bir insan. İki kadının ihtimamını, şefkatini kaybedeceğinden endişe duyduğunda ya da elde ettiği, elinde kalan bu tek tutanağın daimiliği için bilinçaltı bir strateji olarak genellikle kendisine ya da eşyalara yönelik şiddet nöbetleri. Yaşıtı bir gençten biraz hoşlanmaya başladığında geçmişinin karabasanının bir yerden hortlayıvereceği şüphesinden bir an olsun kurtulamayan, yaşının tatlı küçük hatıralarını bir türlü biriktiremeyen bir genç kız. Edinilen annenin inadı ve ısrarı olmasa gittiği her yere, her âna taşıdığı geçmişin korkunç gölgesi sebebiyle çoktan bırakacağı okul, pes edeceği hayat. Bir dönemki takıntısı gibi onu kimsenin tanıyamayacağı, hatırlamayacağı, dilini bile bilmediği başka bir ülkede ancak yeniden var olabilmek. Mi?
Her dava günü katmerlenen karabasan, bir çocuk kalbinin isyan etmeden taşıyamayacağı ağırlıkta uzadıkça uzayan bir sınav, Leman’ın onu ordan oraya gezdirerek eğleme çabaları. Bu arada Adalet Bakanlığı’na yazdığı bir mektup sebebiyle açılan bir soruşturma.
Bir süre önce ilk avukatı Meral Danış, bu insanlık suçunun ve faillerinin “zaman aşımıyla” tarihin tozlu raflarına gizlenmeye çalışıldığına dikkat çekmişti. Kıl payı, Edward Elbee’nin Kıl Payı’ndan (Delicated Balance) çok daha barbar, ama sistem ilişkilerinde izdüşümü bir lahza farkla dava görüldü.
N.Ç.’nin tecavüzcüleri, aralarında Kerinçsiz ekolünden, Yasin Hayal’in avukatı ve halen ırkçı nefreti nedeniyle TCK 216/1-2 ve 43/1’den yargılanan Fuat Turgut’un da bulunduğu 8 avukat tarafından müdafaa edildi. Turgut mealen “Leyla Zana’yı tutuklatan, Metinan aşiretinden devleti, milleti için mücadele etmiş, şerefli (!) korucubaşı Şerif Temelli’nin yeğeni olduğu için, intikam için müvekkilimi yargılıyorlar” şovunu sergilerken, diğer insanlık suçluları da beraatlerini istediler…
Hakim, bir sübyanın bu tecavüzlerde rızasıyla orada olduğuna, hukuki terimle “farik ve mümeyyiz” olduğuna karar verip zorla alıkoyma suçundan gelecek cezaları kırptı, kimisinin “duruşmadaki iyi hal”lerinden (!?) takdiri indirimler yaptı.
4 sanık, suçu işledikleri ispat edilemediği için ayrı ayrı beraat ettirildi. Diğer tecavüzcüler 1 sene 4 aydan 4 sene 10 aya değişen cezalara çarptırıldılar. Erkek (?!) hakimin, sadece iki sübyan pazarlamacısı kadın(?)a ağırlaştırma takdiri işledi ve onlara 9’ar sene ceza verdi.
Aradan 7 sene 6 ay geçtiği için, olağanüstü zaman aşımına tabi tutarak, kamu davalarının ortadan kaldırılmasına karar vermesi de üzerinin kaymağı oldu.
Bir çocuğun, müstakbeli dahil bütün hayatını karartmanın bedelinin resmi takdiri buymuş demek bu coğrafyada.
N.Ç. mahkemenin neticelenmesi ardından kaleme aldığı mektubunda “Bu ülkenin vatandaşı olsaydım, aynı sonuçla karşı karşıya kalır mıydım bilmiyorum?” diyor. Bazı böööyyük adamlar da ciddi ciddi düşünsünler bakalım bu laf üstüne; hoş ciddiyetlerinin kesafeti, Orhan Veli mahreçli Charles Cross şiirindekine denk gelecektir ya.
Türk ya da çakma Türk değilsen, ne kadar vatandaşsın?
Mektubun devamı maalesef burada hikayenin Charles Cross’un şiirindeki gibi düzülmediğini gösteriyor; ne bazı adamlar kuduruyor büyük mü büyük, ne de eş zamanlı çocuklar gülüyor kıkır da kıkır. Zaten Mardin’de bir çirozun sallanıp durmasını tahayyül etmek de abesle iştigal olur.
Devlet dersinde, ikinci kez öldürülmüş bir çocuk karşısında, bir kez daha maveraünnehrin nereye döküleceğini bilen çıkmadı; avuntum artık yakındır diye, kocaman kalpli solgun bir halk çocukları ayaklanması…
Mektubunun devamında N.Ç. “… davanın başladığı günden bugüne, beni her gün uykularımda, okulumda, hayatımın her ânında yaşadıklarımı tekrar, tekrar yaşamak zorunda bıraktılar… Küçücüktüm, şimdi kocaman oldum, büyümek zorunda kaldım. Sanıkların, hakimlerin, devletin bu adaletsizliği beni artık fazladan yaralamıyor. Çünkü ben onlarla yaşamaya alışmak zorunda bırakıldım,” diyor.
N.Ç’nin son duruşmadaki avukatı Reyhan Yalçındağ “Tecavüzün bir insanlık suçu olduğunu bir kez daha vurgulamak ve hatırlatmak istiyorum. Bu nedenle de mağdurun, bütün insanlık ailesi olduğu için, toplumsal adalet duygusunu biraz daha onaracak daha adil bir karar çıkmasını bekliyorduk. Maalesef olmadı. Biz temyiz edeceğimize dair bir dilekçe sunduk.” dedi. AİHM’ye başvuracağını açıklayan Eren Keskin ise solgun halk çocuklarının kalbinden çıkan sesi tercüme etti “Hakimler, tecavüz suçuna ortak oldular!”
Bana açılmış davalar harici, kah gözlemci olarak, kah destek için türlü davaya girdim. Ve bu davalarda hakimler ekseriyat, kendi ideolojilerini mevcut hukukun üzerinde tuttular, mevkilerine vehmettikleri imtiyazla davrandılar. Ve hakimlik mesleğini yapan, bana yukarıdan bakan bu insanların maaşını nispetince ben vergilerimle ödüyorum.
Artık ödemek istemiyorum! Hakimlik mesleği feshedilsin. Hukuğa bir faydası yok.
Teknoloji artık müsait. Mevcut hukuk bilgisayar programlarına girsin, duruşmalar, bugüne kadar şahit olduklarımın aksine, hakimlerin “paşa” gönülleri doğrultusunda dikte ettikleri şekilde değil, birebir deşifrelerle zapta geçip programa eklensin. En azından mevcut hukuk dahilinde, ideolojik takdirlerden müstesna, daha adil kararlar çıkar. Hakimine, sanığına izafeten, beş kişiyi ezen şoföre beş sene, bir kişiyi ezen şoföre sekiz sene gibi kararlar çıkmaz.
Bu bir fantezi değil, vergi mükellefi bir vatandaş olarak ciddi talebim! Pekâlâ da hızla uygulanabilir, miadını doldurmuş, adalet duygusunu rencide eden bir meslek ortadan kaldırılabilir. Tarihin tozlu sayfalarında kaybolmuş türlü meslek var.
Sırtından sekiz kurşunla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın katili 4 özel timci M. K., Y. A., S. A. T. ve S.A.’yı “meşru müdafa”dan beraat ettiren bunlar; Siirt’te silahsız kalabalığa tam otomatik silahla kurşun yağdırıp bir insan öldüren, ismini bulamadığım (ki insanlık suçlularını deşifre etmenin bir miktar da olsa toplumsal adalet duygusuna katkısı olacağına inanıyorum) uzman çavuş G.Y.’yi beraat ettiren bunlar; PVSK Kurbanı Gençler’in katili polisleri beraat ettiren, en fazla bir cana karşılık iki sene ceza kesen bunlar; hiç bir rasyonel delil olmadan, kolluk ifadesi üzerinden TMK Mağduru Çocuklar’ın ikibinden fazlasını, okulları, evleri belli olduğu halde tutuklu yargılayan, yaşlarından fazla ceza kesen bunlar; TCK 301.den ceza keserek Hrant Dink’i hedef gösterip katlinin müsebbibi olan bunlar; iki kez beraat etmiş, tüm bilirkişi raporları “bomba yok” demiş Pınar Selek’in bir kez daha ağırlaştırılmış müebbetle yargılanmasını isteyen bunlar; terfileri, tayinleri yüksek kurulun elinde diye kendi kararlarında bile ısrar edemeyenler bunlar; ismiyle cismiyle yalan yere “canlı bomba” olarak ifşa ederek Hülya Tarman’ı sosyal ölüme mahkum eden basını beraat ettiren bunlar; vicdani redcilerin askeri mahkemelerdeki işkence davalarında sanıklara “komutanım” diyen bunlar…
Birebir başımdan geçen, hukuktan müstakil bir hakim hikâyesi anlatayım. Uzun sürece yayılmış 6-7 duruşma yapıldı. Bir video kaydı delil gösterilip, TCK 318’den yargılanmıştım. Kelimelerimin, cümlelerimin hakimin takdirince yeniden tanzim edilip zapta geçmesini istemediğim için, başta müdafaa değil izahname olduğunu belirtip, iddianameyi hazırlayan savcının TCK 271, yani “suç uydurma”dan yargılanmasını talep eden kısa bir metindi. Bir daha duruşmalarda hiç konuşmamıştım. Avukatım Ömer Kavili bir duruşmada hakimin mevcut hukuka göre bu duruşmayı sürdürerek hangi maddelerden suç işlediğini zapta geçirmek isteyince, hakim katibe bizi salondan attırmak istedi. Kavili’nin “Hukuken katibin böyle bir yetkisi yok, polis çağırmanız icap eder,” ikazı üzerine polis çağırdı ve attırdı. Hakim nihayetinde “delil yetersizliği”nden beni beraat ettirdi, ancak dava bitiminde bize teslim edilen “delil” cd’de tek kare görüntüm bile yoktu. Hani geçenlerde toplu istifa eden HSYK da hakim Canan Küçükali’nin bu mevcut hukuku iplemeyen icraatı hakkındaki şikayetimizi “delil yetersizliği”nden düşürdü acilen.
TC, AİHM’den, bu hukuksuz hükümler sebebiyle en çok ceza alan ülke. Ve bu cezaları da kararlarında ideolojilerini mevcut hukuka muteber gören, müsebbibi hakimler değil, vergilerilerimle nispetince ben ödüyorum. Yani tedavülden kalkması elzem bir mesleğin erbaplarının suçunun cezası yine bana kesiliyor.
Ben de hakimlik mesleğine bir bedduayla veda edeyim: “Karartısı kalkasıca!.”
MEHMET ATAK
STAR, Açık Görüş