Başörtüsü sorunu uzlaşmaya kaldıysa…
HAVVA YILMAZ // Başörtülü kadınların değişmez gündemi başörtüsü meselesi, YÖK’ün bir öğrencinin dilekçesi hakkında İstanbul Üniversite’sine gönderdiği yazı ile bir kez daha ülke gündemine damgasını vurdu. En son 2008’de AKP hükümetinin yaptığı anayasal düzenlemeyle yoğun bir şekilde tartıştığımız ancak Anayasa Mahkemesi’nin düzenlemeyi iptal edişiyle arkadaş sohbetlerine tevdi ettiğimiz sorunun, bu defa farklı bir şekilde tartışılıyor olması oldukça umut verici. Bu defa farklı, çünkü artık başörtüsü sorununu -hala yeteri kadar olamasa da- bizzat başörtülü kadınlar konuşuyor. 28 Şubat’tan bu yana kesintisiz olarak uygulanan yasak, süreç uzadıkça yeni bir jenerasyon ve yeni bir dil üretti. Bu yeni dil karşısında yasakçılar tarafından da yeni argümanlar ortaya atılmadı değil; başörtülerinin altından kopya çekiyorlar, ODTÜ’yü kazanacak kadar zeki değiller, bizi Malezyalaştıracaklar vs. gibi… Ancak, hiçbiri acının hakikatinden türeyen bir dil karşısında henüz inandırıcılık kazanamadı.
Keyfi yasağa keyfi çözüm
Bununla birlikte, yasak hâlâ çözülebilmiş değil. Öncelikle, biraz da yasağın keyfi uygulamalarla başlamış olmasının bir sonucu olarak, çözüm de uygulamada aranıyor. Ayrıca, yasak sanki sadece üniversitelerde uygulanıyormuş gibi, çözüm de sadece üniversiteler için tartışılıyor. Hatta, bir süre ‘sessiz’ kalarak referandum sırasında verdiği vaatlerin samimiyetini ispatlayan(!) CHP, bu durumu açık açık pazarlık konusu bile edebiliyor. Ancak, bence asıl sorun çözüm için önkoşul kabul edilen şu meşhur ‘uzlaşma’ meselesinde gizli. Hatırlayacaksınız, referandum öncesi Kılıçdaroğlu ‘bu sorunu biz çözeriz’ diyerek partisinin PM üyesi Sencer Ayata’ya türban raporu hazırlaması talimatını vermişti. Konuyla ilgili nasıl bir çalışma yürüttükleri sorusuna Ayata, “Uzlaşmaya dayalı, hiçbir kesimi rahatsız etmeden, hiçbir kesimin de zafere ulaştığını düşündürtmeden uzlaşma mümkün mü bunun yanıtını arıyoruz” cevabını vermiş. (23.08.2010,Vatan) Finlandiya ziyareti sırasında kendisine sorulan “Uzlaşma olmazsa AK Parti olarak başörtüsü sorununun çözülmesi için adım atacak mısınız?” sorusunu da Erdoğan, “Anayasa değişikliğini yapabilecek bir sayı olmadıktan sonra böyle bir adımı atmanın anlamı var mı?” şeklinde yanıtlamış. Yani, başörtüsü meselesinin çözümü için ‘uzlaşma’yı beklemek konusunda herkes uzlaşmış durumda.
Elbette toplumun büyük bir kesimini etkileyen bir sorunun belli bir konsensüsle çözülmesi en hayırlısı olurdu. Fakat herhangi bir insan tekinin kendi mahremiyetini nasıl inşa edeceğine ilişkin bir yasağın, çözüm şartı olarak toplumsal konsensüse başvurulması vahim bir hata. Chantal Mouffe, kökleşmiş toplumsal (dolayısıyla siyasal) sorunların tam bir toplumsal mutabakatla çözülmesinin mümkün olmadığını açıklamak için Siyasal Üzerine’de şöyle der: “Siyasal sorunlar, uzmanlar tarafından çözülecek teknik sorunlar değildir. Adamakıllı siyasal sorunlar daima uzlaşmaz alternatifler arasından bir seçim yapmayı gerektiren kararlar içerir.” Başörtüsü gibi toplumun yüzde 80’inin üzerinde uzlaştığı bir meselenin hâlâ çözülememiş olması da Mouffe’u doğruluyor. Zira toplumun çözüm noktasında uzlaşmış olması dahi çözüm için yeterli görülmüyor.
Mevzuyu daha iyi anlayabilmek için tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor; kiminle uzlaşacağız? Mademki hükümet, muhalefet partileri ve toplumun yüzde 80’i sorunun çözülmesinden yana, geriye uzlaşamadığımız kim kaldı? Bu ülkeyi özde ve sözde vatandaşlar olarak ikiye ayırıp, vatandaşlığından şüphe ettiklerini fişleyenler mi? Halkın büyük uzlaşılarla iş başına getirttiği vekillerini, başbakanlarını idam sehpasına gönderenler mi? Laikliği demoklesin kılıcı gibi yıllardır tepemizde sallayıp, ilahi söyleyen çocukları dahi irtica etiketiyle damgalayanlar mı? Hastanelerde çarşaflı annelerin çocuklarını tedavi etmeyip ölüme terk ederken, ‘başörtülü doktorlar erkek hastalara bakmayacaklar’ diye kehanetlerde bulunanlar mı? Kalbi hızla attığı için terörle mücadele suçundan çocukları hapse tıkarken, ‘başörtülü bir hakimin tarafsız olamayacağı’ tespitleriyle hizmet alan-hizmet veren ayrımını savunanlar mı? ‘Babalarının-kocalarının baskısıyla başlarını örtüyorlar’ diyerek okullardan, iş hayatından, sosyal yaşamdan kadınları kovup evlerine gönderenler mi? Ya da ‘Bizi İranlaştıracaklar’ korkusuyla bütün başörtülü kadınları İran’a, Suudi Arabistan’a gönderenler mi? Olmadı mahalle baskısından dem vurup, denize haşemayla girdi diye çocuklarının gözü önünde bir anneyi boğmaya kalkanlar mı? Hâlâ bin dereden su getirerek ‘çözümden yanayız ama çözüm sadece üniversitelerle kalırsa’ diye pazarlık yapanlar mı?
Mızıkçı kurnazlar korosu
Elbette ki; hayır! Bu ülkede yaşayan binlerce kadının hayatların tam orta yerinde duran ve bir kabus gibi gittikleri her yerde peşini bırakmayan bu yasak, bizzat bu yasağın mimarları ve gönüllü uygulayıcıları ile uzlaşarak çö-zü-le-mez! Sadece başörtüsü meselesinde değil, toplumun daha az konsensüs sağladığı temel meselelerde dahi böylesi bir uzlaşı aramak abesle iştigaldir. O halde neden ısrarla çözüm için uzlaşı şart koşuluyor? Bunu anlamak için biraz hafızlarımız yoklamakta yarar var. Çok uzağa gitmeyeyse gerek yok, sadece 2007 yılında yaşanan Cumhurbaşkanlığı tartışmalarını anımsamak yeterli.
O dönemlerde de köşkte başörtülü bir ‘first lady’ görmek istemeyenler, ‘uzlaşı’ olmadan Abdullah Gül’ün o koltuğa oturamayacağı konusunda ciddi bir uzlaşı içerisindeydiler. Nitekim, bir hukuk şakası olarak tarihe geçen 367 şartı da bu uzlaşıyı sağlamak için öne sürülmüştü. Bütün bu uzlaşma ısrarların aslında nasıl bir totaliter baskı aracı olduğunu sevgili Nihal B. Karaca şu şekilde ifade etmişti: “Söz konusu olan uzlaşma falan değil, düşük not aldığı için sınıfta kalan öğrencinin öğretmenini ‘bir hal çaresi düşünmeye’ razı etmek için kullandığı tehditkâr bir öneri: “Örtmenim, babam diyor ki, bir orta yolda uzlaşalım, diyor, anladın sen!” Aynı öğrenciyi, mahalle maçında, top ayağına gelmiyor diye çıkardığı mızıkçılıklardan da hatırlayabilirsiniz. 22 Temmuz’a kadar ‘zaten oynadığınız o top da sizin değil, babamın!’ deyip durmuştu.” (15 Ağustos 2007, Zaman) Dolayısıyla, şu günlerde sıkça dile getirilen uzlaşı taleplerini de bu minvalde okuyabiliriz. Bir çeşit mızıkçılık, oyunbozancılık olarak görebiliriz. O halde, artık üçüncü-dördüncü kuşağını üreten bu yasağın, bir sonraki kuşağa miras kalmaması için bize işkencecilerimizle uzlaşı değil, acilen adalet ve vicdan gerek!
KAYNAK: STAR / AÇIK GÖRÜŞ
krizantem116@yahoo.com