İlköğretimde başörtüsü sorunu ve tahakkümcü devlet aklı

SERDAR BÜLENT YILMAZ // Zorbalığın hüküm sürdüğü bu çağda, insanı ve değerleri merkeze alan bir anlayışın devletin katı bürokratik yapısında yer etmesinin imkânı yok. Bu değerlerden yoksun olan modern tahakkümcü devlet aklının, ilköğretim öğrencilerinin başörtüsü tercihini anlamasını beklemek de en azından sistemi tanımamak ve zulüm üreten yapısını bilmemek anlamına gelir. Devlet aklı sadece ilköğretim öğrencilerinin başörtüsünü anlamaya değil, aynı zamanda devlet üniformasının dışındaki her türlü zihni, fiziki, sosyal olguyu da anlamaya da yetmiyor. Tahakkümcü devlet aklının bu kıtlığı, ona pozitivist aydınlanmacılıktan kalan kötü bir miras.

Temel sorun modern devletin hegemonik yapısıdır. Modern devleti ne kadar özgürleştirirseniz özgürleştirin bir yerlerde, yapısından kaynaklanan bu sorunlu karakter ortaya çıkmakta. Daha kötüsü modern devletin bu karakteri, hangi dini-ideolojik formasyona sahip olursa olsun onu yönetenlerin de karakterine sızıyor/siniyor. Mesela artık muhafazakâr ve özgürlükçü bir hükümet işbaşında ama bazı konularda söz konusu modern devlet reflekslerinin tezahür ettiğini görüyoruz.

Bu tezahürlerden biri de başörtüsü konusunda yaşanıyor. Özellikle üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik tartışmaların yaşandığı bu dönemde ilköğretime başörtüsüyle giden öğrencilere yönelik hükümet ve yakın çevresi tarafından ortaya konan tepkiler bu cinsten.

İlköğretimde başörtüsü sorunu ilk defa Diyarbakır’da Ece Nur Özel’in, ailesinden aldığı İslami bilincin bir sonucu olarak 6. sınıfa başörtülü gitmeye başlamasıyla gündeme geldi. İlköğretim temel ve zorunlu eğitim kapsamında olduğu için okuldan uzaklaştırma gibi bir cezai müeyyide söz konusu değil. Disiplin yönetmeliği kılık kıyafet yönetmeliğine uymamakta ısrar edenlere sadece okul değiştirme cezası verebiliyor. Bu cezayı göze alan veliler de çocuklarını başörtüyle okula gönderiyorlar. Zaten Anadolu’daki birçok okulda bu duruma yıllardır göz yumuluyordu. Göz yumulmayan yerlerde ise çocuk, yasadışı biçimde okula alınmıyordu. Bizlerin geçen yıl Ece Nur vakasıyla birlikte bu duruma dikkat çekmemiz birçok kişinin çocuğunu ilköğretime başörtülü göndermesini sağladı.

Bizim de başından beri desteklediğimiz Ece Nur’un başörtüsüyle okuma gitme girişimi, muhafazakârlaşmış Milli Eğitim Müdürlüğü’nün başörtüsü konusunda ilk sınanması oldu. Maalesef o dönemde de bahsettiğimiz muhafazakâr bürokrasiye sinen devlet refleksleri devreye girmiş ve 28 Şubat yasakçılarını hatırlatan yasakçı bir tutum takınılmıştı.

İlköğretimde başörtüsü gerçeği şimdilerde tüm kesimlerin sınavına dönüştü. Nitekim başörtülü ilköğretim öğrencilere ilişkin ilk tepki “provokasyon” suçlaması oldu. Çünkü devlet aklının sirayet ettiği muhafazakârlık, her şeyin devlet işleyişine uygun bir “zamanlaması” olması gerektiğini düşünüyor. Sivil toplum kurumlarından kişilere değin herkesin de buna uygun davranmasını dayatıyor; modern devlet karakterinden kotarılmış bir tahakküm biçimi olarak.

Provokasyon suçlaması maalesef bazı çevreler için kronik bir hastalık. Bu çevrelerin bir zamanlar her başörtüsü eylemini hatta her türlü eylemi provokasyon olarak nitelendirdikleri hatırlardadır. Hükümet ve hükümet yanlısı medyanın provokasyon söylemine laik parti ve medya da eşlik edince rezil bir uzlaşma ortaya çıktı.

Bu sorunun bu yılın sorunu olmadığını, “zamanlama” söyleminin mesnetsiz kullanıldığını bilmek için gazeteci olmaya dahi gerek yok. Her konuda kırk yeri arayıp soran, meseleyi didikleyenlerin neden bu konuda basit bir internet taraması dahi yapma gereği duymadıklarını açıklamaları gerekir. Yoksa yaptılar da buldukları bilgiler işlerine mi gelmedi?

Yasal Durum

Okullarda başörtüsü yasağını düzenleyen tek bir kanun maddesi dahi yok. Bütün yasağın gelip dayandığı nokta kılık kıyafet yönetmeliğidir. Aslında bu yönetmelik mevcut anayasaya aykırı bir biçimde temel hak ve özgürlükleri sınırlamaktadır. Çünkü Anayasanın 13. maddesi temel hak ve hürriyetlerin ancak özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceğini belirtiyor. Buna rağmen yönetmeliğin 10. maddesi “Kız öğrenciler: Siyah önlük giyerler, beyaz yaka takarlar. Okul içinde baş açık saçlar temiz olup düzgün taranır. Saçlar, uzatılması halinde, örülür…” şeklindedir. İlköğretim Kurumları Yönetmeliği 109/C/17 maddesinde ise “kılık kıyafet yönetmeliğine uymamakta ısrar edenler”in “okul değiştirme” cezası ile cezalandırılacağını belirtiyor.

Biliniyor ki bu yönetmelikleri hükümet hazırlamadı; ortaokulları ilköğretime katan da AK Parti değil; hükümetin müeyyideleri uygulamaktan imtina etmediği de biliniyor. Bu nedenle AK Parti hükümetinin olay karşısında kelle isteyen laiklere karşı mahcubiyet ve suçluluk duygusuna kapılmasını anlamak mümkün değil.

Devletin uzun eli ya da kamusal alanın genişletilmesi

Batıda modern devletin sınırsız egemenliğine karşı önce “özel alan” adı altında devlet müdahalesinden masun bir alan oluşturuldu, sonra da özgürlüğün bu daracık alana sıkışmaması adına özgürlük alanını genişletmek için kamusal alan kavramı kullanıldı. Bizde ise bu kamusal alan tam tersinden işletilerek özgürlük alanının kısıtlanması için gündeme getirildi.

Bugün dahi kamusal alan kavramı, başörtüsü endeksli bir kısıtlayıcı unsur olarak kullanılıyor.

Tartışma da kamusal alanın özgürlükler alanı olup olmaması bağlamında değil, bilakis onun yasakçı anlayışına dokunmadan özgürleştirilmek istenilen alanların kamusal alan çerçevesinden çıkarılması şeklinde yürütülüyor. Başörtüsünün serbest bırakıldığı alanlar kamusal alan olmaktan çıkmış olacak. Sorunun toptan çözümüne engel olan bu yöntemle her bir alanı özgürleştirmek için ayrı ayrı savaşım verilmesi gerekecek ve bu da yasakçıların işine gelecektir.

Hal böyle iken Meclis İnsan Hakları Komisyonu başkanı Zafer Üskül otoriter kamusallığı aileye kadar genişleterek başörtülü okula giden öğrencilerin velilerini “Bu iş daha ileriye giderse, aile çocuğu baskı altına alırsa çocuk aileden alınır. Bu yetkiler devletin elindedir.” diyerek tehdit etmekte.Çocuk üzerinde vesayet ve velayet hakkı iddia eden tahakkümcü devlet aklına göre her şey devletin biçimlendirmesinden nasibini almalıdır özellikle de çocuklar. Platon’â rahmet okutan “çocuklarımızın kamulaştırılması” fikrine aileden sorumlu devlet bakanı Selma Aliye Kavaf da destek vermekte. Ailenin ve insan haklarının teslim edildiği kişiler bunlar. Öyle anlaşılıyor ki tahakkümcü devlet aklı her ikisine de fazlasıyla sirayet etmiş durumda.

Çocuk üzerinde velayet hakkı sadece ailenindir. Aile çocuğuna dilediği şekilde dini ve kültürel eğitim verebilir. Kendi inancı çerçevesinde de yaşamasını sağlar. Çocuğun başörtüsü kararı için on sekiz yaşını doldurması gerektiği gibi bir garabet en az kamusal alan garabeti kadar saçmadır. İslam’da dini vecibeler için yaş ölçüsü akıl baliğ olma yaşıdır. Bu her çocukta değişir. Örtü üniversite çağı öğrencileri için ne kadar farz ise akıl baliğ yaşına girmiş bir kişi için de o kadar farzdır.

Ayrıca, çocuğun ailenin dini anlayışı çerçevesinde yetiştirme hakkı Türkiye’nin de imza koyduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi veMedeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinde de vurgulanmıştır.

Sessizlik

Bu yaşananlar karşısında utanç verici bir sessizlik hüküm sürüyor. İktidarla girilen ilkesiz ve omurgasız ilişkiler, korumacı mantık, kazanımları koruma safsatası bu sessizliğin temel nedeni. Biliyoruz ki iktidarda farklı bir hükümet olsaydı bu gün susanlar konuşuyor olacaktı.

Başörtüsü konusunda bir kısım liberallerin çelişkileri bilinmektedir ancak benzer çelişkilerin “İslami” kesimde de olduğu bu olayla iyice gün yüzüne çıkmış oldu. Oysa başörtüsüyle çocuğunu okula gönderen aileye ve o kız çocuğuna hakaret etmek yerine, destek olunması; bırakın İslami hassasiyeti, tutarlılığın ve savunula gelen özgürlükçü anlayışın bir gereği değil midir? Maalesef kimilerince, üniversitenin hatırına ilköğretimi ya da başka bir alanı feda etmek basiret ve hikmet olarak görülmektedir. Neyin ne zaman talep edileceği, talep edenin bileceği iştir. Hiç kimse kendinde bir başkasına “zamanlama” ayarı yapma hakkı vehmetmemelidir. Bazı çevrelerin kendini diğerlerinden daha ferasetli görme “müstağniliğinden” vazgeçmesi gerekir.

(Bu yazı kısaltılarak Özgün Duruş’un 60. sayısının soruşturma dosyasında yayınlanmıştır)

Bir cevap yazın