Protesto hakkı, öğrenci olayları ve adalet borcu

Öğrenci olaylarını konuşuyoruz. İngiltere, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde de öğrenciler, işçiler, memurlar ayakta. Benzer ya da farklı sorunlardan dolayı dünya insanları harekete geçmiş vaziyette. Herkes kendince protestolar düzenliyor. Hiçbir sakıncası yok, en temel haklarıdır.

Ülke coğrafyamızda ise bu devletin bir lütfu gibi gösterilir. Haliyle lütfeden protestonun şartlarını, sınırlarını da çizmek ister. Protesto et ama şöyle olsun, şurda dursun, böyle yapılsın… İyi de işin ruhunu öldürdükten sonra geriye ne kalır? Hiçbir şey!

İstenen de bu galiba. Protesto edilsin ama hiçbir şey değişmesin.

Mümkün mü? Değil. Öyle ya da böyle her eylem geride bir iz bırakır. Ve bu ne kadar sürekli kılınırsa bir o kadar kalıcı olabilir, izlerin takip edilmesi imkânı doğabilir ve süreç kamusal bir direniş alanına zemin kurabilir.

Korkulan bu belki… İnsanların yeniden harekete geçmesi, siyasallaşması… Geçmişten gelen olumsuz tecrübelerin korkusu da var tabi. O yüzden protesto etmek, siyasal bir mücadele yürütmek, eylem yapmak hâlâ tehlikeli işler listesinde durur bizde.

Basit bir eylemin bile insanların başına büyük işler açabileceği korkusu vardır. “Darbe”dar edilmiş bir ülkede bu ruh haline şaşmamak lazım. Gözaltılar, işkenceler ve ağır tutukluluklarla idamlar hâlâ büyük bir kitlenin belleğinde dün gibi diri yaşamaktadır. Fakat geçmişten ne kadar ders almışız? Belki bunu da ayrıca tartışmak gerekiyor. Bu yazının konusu mevzunun güncel bir boyutuna ilişkin…

* * *

Dolmabahçe protestosu ve akabinde gelişen olayları birlikte takip ettik ama farklı tepkiler veriyoruz sanırım. Şahsen oradaki gençlerin, görüşlerine ister katılın ister katılmayın, temel bir haklarını kullanmak istediklerini ve karşılığında son derece yanlış ve ağır bir şiddete maruz kaldıklarını düşünüyorum. Ortaya tam bir hınç görüntüsü çıktı ve bu spontane gelişmiş gibi durmuyordu.

En yaralayıcı kısmı ise genç bir kadının bebeğini düşürmesi oldu. Ve bu acı olayın özünün saptırılması için yapılmayan manipülasyon kalmadı. Örneğin, öğrenci olmadığı servis edildi. Ailesinin hamileliğini bilmediği yazıldı. Başka eylemlere de katıldığı söylendi vs. vs… İyi de, bunlardan hangisi ya da yazılmayan hangi “gerçek”, orada anne karnındaki bir bebeğin hayat hakkının doğmadan katledilmesini haklı gösterebilir ki? Hangi izah bu durumu vicdanlarımızda aklayabilir! Ama öyle olmuyor maalesef. Gerçekten bir vicdan körleşmesi yaşıyoruz demek ki…

Oysaki bizden olmayana, bize benzemeyene karşı adalet ve merhamet duygusunu yitirdiğimiz an, tükenmişiz demektir.

Her kampın adamı, karşı kampın adamının yaptığı bir eylemi provokasyon gibi görüyor, büyük bir planın parçası gibi okuyor ve kendi başına gelmediği için gizli bir sevinç duyuyorsa; asıl büyük tuzağın bu olduğunu görmek gerekiyor belki de…

Evet, benim orada bebeğini kaybetmiş o genç kadınla belki zerre kadar ortak yönüm yok. Üstelik o, benim inandığım ve uğruna mücadele ettiğim değerlere karşı mücadele ediyor da olabilir. Nitekim de öyle. İçinde bulunduğu kolektiflerin sicili benim açımdan karalarla, utançla ve tutarsızlıklarla doludur. Ellerinde iktidar gücü olsa bana zulmedebilecekleri de söylemlerinden ve eylemlerinden aşikâr.

Ama tüm bunlara rağmen, o gün o genç kadın mağdur edildiği dakikada; haksızlığa uğradığı anda hiç “ama” gözetmeksizin ben onunla aynı safta durmaktan yanayım. Bana nasıl yaklaşacağını da o düşünsün…

Aliya İzzetbegoviç’in Bosna katliamlarından sonra söylediği şu söz gerçekten çok değerlidir:

“Düşmanlarımıza gelince… Onlara adaletten başkasını borçlu değiliz…”

Mesele bu kadar basit aslında…

Unutmamak gerekiyor: Bugün o gençlerin uğradığı şiddet, devran değişir bizi de vurur. Geçmişte de böyle olmuştu çünkü… 12 Eylül’ü inatla salt bir operasyon olarak görenler, sıradan insanların, aynı aile mensuplarının, sınıf arkadaşlarının ya da komşuların neden “operasyona açık” hale geldiğini de düşünmek zorunda…

Aynı acıları tekrar yaşamaya gerek var mı?

 

Bir cevap yazın