AK Parti’nin dış siyaseti ve Füze Kalkanı Projesi
Füze Kalkanı meselesini anlamak için AKP’nin dış siyasetinin doğru bir değerlendirmesini yapmak lazım. Soğuk Savaş sonrası Wallerstein’ın “belirsizlikler çağı” olarak isimlendirdiği bir dönem yaşandı.
Bu süreç içinde birçok bölgesel güç, dünya siyasetinde daha görünür hale gelirken; nispeten önemsiz ülkeler birtakım bölgesel ittifaklar üzerinden kendilerine yeni hareket alanları açmaya çalıştılar. Dünya ekonomisinin globalleşmesi de bu yeni süreci besledi.
AKP’nin “Davudoğlu konsepti” olarak servis ettiği politik anlayışın bir ayağı buraya dayanıyor. Yine “komşularla sıfır problem” söylemi ve tüm bölgesel sorunlarda Türkiye’ye atfedilen “arabuluculuk” misyonu bahsettiğimiz uluslar arası konjontürdeki belirsizlikten güç aldı.
AKP kadrolarının beslendiği ve Davudoğlu’nun “stratejik derinlik” olarak isimlendirdiği “medeniyet havzasının imkanlarının ve tarihi tecrübelerin jeopolitiğe dönüştürülmesi” çabalarını içeren, “Osmanlı medeniyeti” vurgusu bu geçici dönem için fırsat olarak görüldü.
Yükselen yeni sınıfların “zihniyetin”den de büyük oranda kabul gören bu politika, yitirilmiş ihtişamın yeniden kazanılması gibi bir “benlik algısı”nı şişirdi. Bu durumun görece avantajları iç kamuoyunda kitleleri mobilize etmek için kullanıldı.
Bu çerçevede örneğin Suriye ile ilişkiler Ahmet Necdet Sezer zamanında bir devlet politikası olarak başlamasına rağmen, iç kamuoyuna bu bir AKP açılımı gibi servis yapıldı. Yine İsrail ile ilişkilerde kamuoyuna yüksek perdeden ajitasyon yapılmasına rağmen realitenin hiç de öyle olmadığı gizlendi. Tüm bu çelişkilerin AKP’nin aslında temel politik anlayışında gözlemlediğimiz bir açmazdan kaynaklandığını düşünüyoruz.
Kadrolarının daha parti kurulmadan önce kendilerine biçtikleri hiçbir “ideolojiye bağlı olmama” şeklindeki pozisyon, siyaset yapmaksızın yönetmek gibi bir handikapa dönüştü.
Bu belki, esas kadrolarının belediye tecrübesinden, yani “hizmeti esas almak” gibi bir gelenekten gelmeleri ile ilişkili olabilir.
Bu “siyaset” ideolojik bir perspektife değil “medeniyet” gibi kültürel bir zemin üzerine inşa edildi ve aslında siyasetçiler eliyle değil “teknokratlar” eliyle sürdürüldü. Başarılı olmak için kendisine verilen ödevleri yerine getiren çalışkan birer öğrenci olmanın yeterli olacağı vehmi, Türk dış siyasetinin değişmezleri karşısında hükümeti çaresiz kıldı ve bu söylemle eylem arasındaki çelişkileri doğurdu.
Kemalist ideoloji açısından varoluşsal olan Batı müttefikliği esası, doğu ile kurulan bir takım ticari(ama ekonomik değil) seçenekler ile tolere edilebilir olarak algılandı. Dediğim gibi bu naif yaklaşım büyük oranda AKP kadrolarının meselenin ideolojik yönünü görememeleri ya da imtina etmeleri dolayısıyladır.
“One minute” çıkışının ardından İsrail hükümeti ile oluşan krize rağmen her iki ülkenin devlet olarak ilişkilerinin son derece düzenli bir şekilde devam ettiğini ancak feribot katliamının ardından iptal edilen tatbikat sayesinde öğrenebildik. Bu facia olmasaydı kamuoyu bu derin ilişkiden haberdar olmayacaktı. Sonrasında Mavi Marmara feribotu olayı da Hükümet nezdinde benzer çıkışlarla protesto edildi ve İsrail özür dilemezse ilişkilerin bozulacağı gibi iddialı laflar edildi. Tabii bu da zaman içinde unutulup gitti.
Aslında son NATO toplantısındaki yaklaşım da hükümet açısından bir inhiraf sayılmaz.
Zira daha en başta 2003’te “1 Mart tezkeresi” olayında hükümet ABD’nin istediği gibi tezkereyi çıkarmak için büyük çaba gösterdi ve yapılan oylamada tezkereye 250 hayır oyuna karşı 264 evet oyu çıkmasına rağmen, yeterli çoğunluk sağlanamadığı için Meclis’ten geçirilemedi. Ama kamuoyunda bilinçli bir şekilde “Hükümet’in tezkereye hayır dediği” gibi bir algı oluşturuldu. Tabii Hükümet bu sonucu iç kamuoyunda “dik durmak,” “ilkeli dış siyaset” v.s şeklinde kullandı.
Füze Kalkanı meselesinde de bizce meselenin teknik kısmını konuşmaktan ziyade kamuoyu üzerinde oynanan bu manüpülasyonu konuşmak lazım. Mesele İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı Batı’nın ve ileri karakolu İsrail’in güvenliğini sağlamak gibi açık bir hedefe matuf iken, Hükümetin örneklerini verdiğimiz minvalde manüpülatif bir söylem kullanması, bence sorunun asıl tartışmamız gereken yönüdür.
Meselenin muhatabı olan İran’ın Dışişleri Bakanı’nın ağzından bu anlaşma İslam Cumhuriyeti’ne ve İslam’a dönük bir saldırı teşebbüsü olarak değerlendirilir, batı siyasileri tarafından da yine bu gerçek teyit edilirken; Hükümet’in meseleyi “istediğimiz her şeyi aldık, anlaşma bizim istediğimiz gibi oldu, İran’ın ismini metne yazdırmadık, bizim ilkelerimiz var…” vb. şeklinde yorumlaması klasik bir “şark siyaseti” örneğidir.
Sistemin değişmezleriyle oynayamayacaklarını daha en başta 1 Mart tezkeresi ile anlayan Hükümet buna rağmen iç kamuoyunda tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi fantastik beklentiler oluşturuyor. Bu yüzden yaşadığımız sürecin tekil olaylar üzerinden değil İslami kamuoyu ve intelijansiya üzerindeki AKP algısı açısından değerlendirilmesini zorunlu görüyoruz.
Yerleşik düzen karşısında “bizim çocukları” güç duruma düşürmemek adına takınılan naif yaklaşımlar yerine siyaset yaptığını iddia edenlere karşı siyasal eleştiri geliştirebilmenin yollarını zorlamalıyız.
Bu yazı, Özgün Duruş’un 60. sayısında yayınlanan yorumun tam metnidir.