Antalya: Kimliğimiz, dilimiz yasaklanamaz! Emeğimiz sömürülemez!

27 Aralık 2008 “Dökme Kurşun Operasyonu” 2. yılını doldurdu. Bu iki yıl zarfında İsrail saldırgan tavrından taviz vermedi. Geride kalan iki yıl sürecinde ve işgalin başladığı tarihten bu yana görüyoruz ki; İsrail sadece Filistin halkına değil, Filistin halkının yanında saf tutan herkese karşı zalimane tavrını gösteriyor.

Geçmişte Filistin halkının evlerinin yıkımına karşı durarak İsrail buldozeri altında ezilen Rachel Corrie, kendi devletinin zulmüne karşı çıkarak muhalif ses yükselttiği için sadece Filistin halkına uygulanan yargılanmadan mahkûm edilme uygulamasına tabi tutulan İsrail vatandaşı Tali Fahima, Mavi Marmara hadisesinde şehit olan ABD vatandaşı Türk asıllı Furkan Doğan, Necdet Yıldırım, Cevdet Kılıçlar, Cengiz Songür, Cengiz Akyüz, İbrahim Bilgen, Çetin Topçuoğlu, Fahri Yıldız, Ali Haydar Bengi ve geçtiğimiz günlerde Filistin topraklarında işgal karşıtı eylem yaptığı için tekme tokat dövülen batılı insan hakları aktivistleri bunun sadece birkaç örneğidir. Artık kudurmuşçasına yanına yaklaşan herkese saldıran İsrail’e yeter artık denmelidir.

Dökme kurşun operasyonunun yıldönümünde, o vahşeti hatırlatmak istercesine Gazze’ye tekrar saldıran İsrail askerleri iki Filistinli kardeşimizi şehit etti. Filistin’de yaşanan katliamların kuru bir özürle geçiştirilemez ödenenecek hiçbir tazminat kaybettiğimiz kardeşlerimizin acısını hafifletemez.

Filistin’deki terörist işgal yönetiminin, Mavi Marmara da gemisinde işlediği vahşi cinayetler için özür dilemesi ve tazminat ödemesi, Müslüman halkın yaşadığı bu ülkenin işgal hükümetini ilk tanıyan ülke olama utancını ortadan kaldırmaz.

Bu ülkenin Müslüman halkı olarak bizim sayın başbakandan beklediğimiz artık Filistin halkının acıların üzerinden yaptığı şovu bırakıp somut adımlar atmasıdır. Sayın başbakandan derhal işgal yönetimi ile tüm diplomatik ve ticari ilişkileri kesmesini bekliyoruz.

Devletin din üzerindeki tahakkümünü ifade eden diyanet bu tahakküm hususunda dinin devlete karşı tarafsız olarak ilan edilen laiklik algısını devletin dine müdahalesi olarak uygulayan bir görüntü çizmektedir. Dinin devlete müdahalesinin kanunlarla yasaklandığı bir ülkede devletin dine müdahalesi kurumlarla gerçekleşmektedir. Dini, hayatın içerisinden alan ve vicdanlara hapis etmeyi öngören bir yönetim anlayışı bunu yeterli görmeyip dinin tabiatına da kurumlar aracılığıyla da müdahale etmeye kalkışmaktadır.

Türkiye diyanet vakfı kadın faaliyetlerinin yürüten Ayşe Sucunun görevden alınmasıyla, ilgili vakfın kadınlar üzerinde ne tür bir çalışma ürettiği de ortaya çıkmıştır. Kendisini dini temsil makamında gören bu anlayışın dinle olan bağlarının zayıflığı dini hayata olan ilgilerinin basitliğine rağmen dinle alakalı işler de ona şekil vermeye çalışmaları bir tahrif çalışmasından ibarettir.

Ülkenin en önemli gündemi olan başörtüsü üzerinden, dini hayata yapılan baskıların, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hiç gündeme almaması tenkit edilmektedir. Bu kurum ve yetkililerinin zalimlere sessiz kaldığından bahsedilmektedir. Bu görüşte olanlar kanaatimizce ciddi bir yanılgı içerisindedirler. İlgili kurum ve yetkilileri kesinlikle başörtüsü zulmüne karşı tarafsız kalmamışlardır. Üstüne üstlük onlar bu zulmün hem destekçisi hem de bu zulmün sonuçlarının pratik uygulayıcıları olmuşlardır.

Başörtüsü zulmünün altında yatan en büyük etken seküler bir yaşam tarzına muhalif olması ve bu yaşam tarzının alternatifi olmasıdır. Sonuçları itibarıyla bu yasak seküler bir yaşam biçimini benimseyen fertlerin oluşması ve dinin sekülerleşmesinin sağlanması amaçlıdır. Diyanet vakfındaki bu yetkililerin bu amaca yönelik yaptıkları çalışmalar ortadadır. Yani onlar zulme sessiz kalmamış bilakis zalimle işbirliği içerisinde bulunmuşlardır. Müslüman halkımızın paralarıyla oluşturulan bu tür kurumların, dini hayata müdahalede rol almış olmaları kabul edilebilir değildir.

Sayın başbakan ve AKP yetkileri her platformdan ekonomik devrim yaptıkları ile övünmekteler.  Ekonomik başarıları olarak gösterdikleri ülke kaynaklarını ellerinde tutan bankaların son 8 yılda karlarını katlamaları. Buna kimsenin itirazı yok. Zaten 8 yıllık AKP iktidarı boyunca bu ülke sermaye cenneti oldu MÜSİAD ve TÜSİAD patronları semirdikçe semirdi. Ancak bu mutlu azınlık zümresi dışında yaşayanlar her geçen gün daha da yoksullaşmakta.

Şu an itibari ile ülkemizde açlık sınırı 869 TL.yoksulluk sınırı ise 2533 TL. Zamlar geldikçe bu rakamlar elbette fırlayacaktır. Pekala, bu zamlar karşısında bu hayat pahalılığı karşısında asgari ücretlinin eline geçen net olarak 600 TL. Hafızanıza güvenemiyorsanız lütfen üst satırları tekrar okuyunuz. Yoksulluk sınırı 2533 TL. Ama hiçbir asgari ücretli yoksulluk sınırı 2533 TL . ise neden bizim maaşımız 600 TL demez.

Bugün dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 2500 liradır. İnsan onuruna yaraşır bir yaşam için asgari standart budur. Asgari ücreti tespit edenlerin, bu rakama bakınca adalet duygusundan hiçbir şekilde nasiplenmedikleri anlaşılıyor. Çünkü 5 milyondan fazla asgari ücretliye uygun gördükleri ücret sadece 629 liradır.  Yoksulluk sınırının çok çok altında olan bu rakam açlık sınırının da tam 300 lira gerisindedir. Bu durumda şunu açıkça ifade edebiliriz ki insanlara açlık sınırının altında verilen bu ücret ancak ve ancak kölelik ücretidir!

Sadece hayatta kalabilecek ve efendilere sorgusuz hizmet edebilecek kölelerin varlığı hedeflenmektedir. Asgari ücretle çalışan bir baba, bir anne bu ücretle çocuklarına insan onuruna yakışır bir hayat sunabilir mi? Kızına, oğluna bisiklet, bilgisayar, kitap alabilir mi? Çocuklarının sağlığını koruyabilir mi, onları okuluna güzel elbiselerle gönderebilir mi? Elbette ki hayır! Asgari ücret ne anne babaları, ne de evlatları bu hayatta insan gibi yaşatabilir! Onları sadece modern bir köle yapar! Dolayısıyla biz bugün köleliğin bitmediğini bu tabloya bakarak açıkça söyleyebiliriz. Ezilme ve köleleşmeyi sürekli hale getirmeyi amaçlayan zulüm politikalarını bir bütün halinde okumak, görmek gerekiyor.

Unutmayalım ki başörtüsü yasağı köleleştirmeyi amaçlar, Kürtçe’nin yasaklanması köleleştirmeyi amaçlar, Alevi halkının taleplerini yok saymak köleleştirmeyi amaçlar, emek sömürüsü köleleştirmeyi amaçlar, okullardaki resmi ideolojinin dayatıldığı eğitim süreci köleleştirmeyi amaçlar. Bütün bu köleleştirmeleri ancak birlikte kavrayabildiğimizde durdurabiliriz. Yoksullaştırıcı ve esir edici politikalar asla birbirinden bağımsız değildir. Bu, böyle bilinmedikçe hakiki bir özgürleşme gerçekleşmeyecektir.

Genelkurmay ve bazı siyaset erkânının Kürtçenin eğitim ya da resmi dil olmasına dönük yasaklayıcı, dışlayıcı değerlendirmeleri Türkiye’deki hâkim zihniyetin Kürt sorunu başta olmak üzere toplumsal meselelerde neden sağlıklı bir çözüm üretemeyeceğinin kanıtıdır.

Kürtçe de diğer diller gibi Allah’ın insanlara verdiği nimetlerden biridir ve Rabbimiz Kur’an’da farklı dilleri yine farklı renklerle birlikte varlığının ayeti, delili olarak sayar. Türk ulus devleti bütün farklı kimlik ve düşünceleri yok sayan, yasaklayan bir paradigma üzerinde kurulmuştur. Bu zulüm ve baskı mantığı Türkiye’yi bir sorunlar yumağı haline getirmiş, ülkeyi yaşanabilir olmaktan çıkarmıştır. Ulus devlet anlayışı pek tabi olarak bölünme, parçalanma paranoyasını kendi içinde büyütmüştür. Bu korku başta Kürtler olmak üzere Türkiye halklarına pahalıya mal olmuştur. Dilin, bölünme sebebi görülmesi kadar akla, mantığa aykırı bir durum olamaz.

Yasaklamalar elbette toplumsal huzursuzlukları besleyecek, dolayısıyla bölünme paranoyası kendiliğinden devam edecektir. Halkın inançları, dil ve kimliği yasaklanamaz, yasaklanması durumunda her türlü korku senaryosu yaygınlaşır. Bu topraklarda milyonlarca insanın konuştuğu Kürtçeyi yasaklamak insana, topluma ve vicdana yapılan en hayâsız saldırıdır ve ilkelliğin zirvesidir.

Bugün devlet okullarında İngilizce, Arapça gibi dillerde rahatlıkla eğitim verilebiliyorken bu toprakların sesi, dili olan Kürtçenin yasaklanması akla ziyan bir tutumdur. Devlet vatandaşlarına her dilde hizmet verebilir, zaten devlet sadece hizmet organizasyonu olabilir, insanlara tanrı değil. Başörtüsü yasağından Kürt sorununa, Alevi halkının taleplerinden emek sömürüsüne kadar geniş bir alanda sürdürülen zorbalık ve yasakların ortadan kalkması ancak toplamda savunulacak ve pratiğe aktarılacak bir adalet söylemiyle mümkün olabilir.

Özgür-Der Antalya olarak Kürtçe’ye her alanda özgürlüğü savunuyor, Kürtçeyi ya da herhangi bir dili modern tanrı edalarıyla yasaklayanlara karşı vicdanlı herkesi adalet temelinde bir mücadelede taraf olmaya çağırıyoruz.

ÖZGÜR-DER ANTALYA TEMSİLCİLİĞİ

ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE EĞİTİM HAKLARI DERNEĞİ

Bir cevap yazın