Türkiye İslamcılığı’nın Suriye’yle imtihanı – II

Suriye’deki kanlı süreç, geride kalan bir yılda binlerce ölü, bir o kadar yaralı ve on binlerce yerinden yurdundan edilmiş insan bıraktı. Dağınık ve örgütsüz başlayan protestolar geçen zaman zarfında içeride silahlı grupların dışarıda ise rejim karşıtlarının örgütlenmesiyle farklı bir boyut kazandıysa da, güçlerin eşit olmadığı vasatta yaşanan çatışmalar, çözümsüzlüğü derinleştirdi.

Dışarıda, ateş hattındaki insanların canı üzerinden yapılan hesaplar her gün yeniden gözden geçirilirken; içeride Suriye halkı için acının faturası her gün biraz daha ağırlaştı.

Rejimin silahlı güçlerinin sivil halka dönük katliamlarına karşı muhaliflerin bekledikleri dış müdahalenin henüz gerçekleşememesi, kaos ortamında şiddeti ve ölümü maalesef bilanço tutulacak kadar sıradanlaştırdı. İsyan sürecine başından beri destek veren ülkelerin askeri anlamda müdahil olmaması ve dış müdahale ihtimalinin birkaç ülke dışında başlangıçtaki kadar yüksek sesle telaffuz edilmemesi veya müdahalenin söylem düzeyinde rejimi değiştirmek gibi bir hedeften sadece “insani yardım” mesabesine çekilmesi, ülkedeki durumu giderek giriftleştirdi.

Mevcut süreci kendi yaşadığımız hegemonya açısından ise şöyle değerlendirebiliriz: ABD’nin ve Fransa’nın yaklaşan başkanlık seçimlerinden dolayı aktif rol almakta “gönülsüz” durmasını, Türkiye Hariciyesinin yeni aktörleri, Türkiye’nin kendi bölgesel gücünü ispatlama adına bir fırsat gördü. “Krizi fırsata çevirme” mantığıyla ilk andan itibaren kendisine kurtarıcı rolü biçen Türkiye, bunun için şartların olgunlaşması için “proaktif” bir tutum sergilerken, bu esnada hem dış ilişkilerini kendi hesaplarına uyması üzerine kurdu, hem de içeride kamuoyu desteği sağlamaya çalıştı.

İran ile Sünni-Şii ayrımı üzerinden bölgesel bir güç savaşımı veren Katar ile Suudi rejiminin müdahale için istekli oldukları biliyordu fakat bunun bir tür Arap-Türk rekabetine dönüşebileceği sanırım beklenmiyordu. Böylece medyatik popülarite ile siyasal gerçeklik arasındaki fark da gün yüzüne çıktı.

Arap Birliği üyeleri Suriye’deki durumu kendi “iç” meseleleri gördüklerini belirtirken, Türkiye’nin rol kapma çabalarından rahatsızlık duyduklarını hissettirdiler. Sınır ya da yakın komşular ise zaten en başından beri Suriye’nin kan gölüne dönüşmemesi için sorunun siyasal bir çözümle halledilmesinin gerektiğini söylüyorlardı…

Gelinen noktada Birleşmiş Milletler üzerinden aralanamayan müdahale kapısını bu kez de Libya’daki gibi bir modelle açmayı planlayan Türkiye Hariciyesi, ABD’de bir haftalık yoğun diplomatik girişimde bulunarak gittiği Tunus’tan sonra şimdi İstanbul’da düzenlenecek toplantıda amacına ulaşabilmek için tüm kartlarını oynamaya hazırlanıyor. Buna karşı Suriye’deki Baas rejimi de egemenliğini kaybetmemek adına her şeyi yapabileceğini bir yıldır her türlü insanlık dışı yola başvurarak göstermiş durumda. Askeri ve paramiliter güçlerini, ağır ve kanlı bir sindirme aracı olarak kullanıyor. İsyancı gruplar ise rejimi kendi güçlerine dayanarak hâlihazırda devirebilmiş değil… Haliyle zamana yayılan bu kanlı sürecin belirsizliklerle devam etme ihtimali ve bunun beraberinde getireceği riskler herkes açısından büyük bir sorun teşkil ediyor.

Yaşanan kanlı ve trajik çıkmazda, rejimin dış müdahalesiz devrilmeyebileceğini fakat bu şekilde devam etmesinin de bölgede kendi hesaplarını riske sokabilecek durumlar yaratabileceğini düşünen ABD; Birleşmiş Milletler üzerinden sürece müdahil oldu. Dolayısıyla Türkiye, Katar ve Suudi rejimin bugüne kadar başaramadıkları rejim değişikliğinde yeni bir devreye girildi. Tampon bölge gündemi Türkiye’nin hesaplarından henüz vazgeçmediğini görüyor, kendisine biçtiği rol göz önüne alındığında başka çıkar yolu olmadığı da ortada.

BM ve Arap Birliği’nin Kofi Annan’ı Suriye özel temsilcisi atamasıyla başlanan yoğun diplomaside ve BM’den yapılan son açıklamalarda sorunun “siyasi kriz” olarak nitelendirilip “siyasi çözüm” üretileceğinin ifade edilmesi ise önümüzdeki süreçte Türkiye’nin istediği sonucu alabilmek adına daha “atak” davranacağı anlamına gelebilir. Tabi Türkiye-Suriye hattındaki gelişmelerde Annan planının akıbetinin de belirleyici olacağı düşünülebilir.

* * *

Suriye’de böylesine ağır ve can yakan bir yıl geride kalırken, Türkiye’deki İslamcı cemaatler açısından da zorlu bir imtihan süreci yaşanmaya devam ediyor. Binlerce insanın hayatına mâl olan olayların mahiyetinin anlaşılmadan anlatılması, sürecin aşırı yorumlar getirilerek hem idealize hem de romantize edilmesi sonucunu doğuruyor. Bu sebeple gelişmelere verilen tepkiler de tartışmalı hale geldiği halde, maalesef tartışma adına kör dövüşünden başka bir şey yapılamıyor.

Tabi ki bu duruma bir günde ya da son bir yılda gelinmedi. -Milli Görüş hareketinin dışında kalan- İslamcılık, 28 Şubat sürecinde bir kırılma yaşadı ve siyasallaşmayı başaramadığı için sistem karşısında bütünsel bir direniş ortaya koyamadan geri çekilmek zorunda kalırken, akabinde başlayan AK Parti sürecinde enerjisini tamamen iç eğitim faaliyetlerine odakladı.

Siyasal alandan çekildiği oranda bu alanın AK Parti tarafından doldurulduğunu gören İslamcı cemaatler, zamanla durumu değiştirmekten ziyade kendi lehine çevirebilmenin hesabını yapmaya başladı. Sorunların çözümünde bağımsız inisiyatif geliştirmek yerine her meseleyi hükümete anlatıp “zamanı geldiğinde” çözmesini beklemeye ya da çözüm için kamuoyu faaliyetleriyle süreci hızlandırmakla yetinmesi; kaçınılmaz olarak hükümetin siyasal etki alanına girmek ve ajandasına bağımlı kalmak gibi sonuçlara yol açtı. Böyle bir vasatta ilerleyen diyalog, gündeme etki etme gücü ve siyasal örgütlülüğü olmayan İslamcı cemaatleri, Ankara sarayında verilen egemenlik mücadelesinde yanlış bir şekilde taraf haline getirirken; sistemle AK Parti üzerinden hesaplaşma beklentisi, zaman içinde İslamcı yapılarda eksen kaymasına sebep oldu ve AK Parti’nin kurduğu söyleme paralel olarak cari sistemin reflekslerinin ve argümanlarının içselleştirildiği akredite bir İslamcılığın ortaya çıkmasını sağladı.

İslamcı cemaatler mevcut birikimini giderek artan oranda AK Parti siyasalına kanalize ederken, Suriye krizinde olduğu gibi, karşılaştığı meselelere verdiği tepkinin ve sergilediği performansın, bu bağlamın dışında anlamlandırılmasını imkânsız hale getirdi.

Şayet, kendi bağımsız siyasal stratejisini geliştirmiş yapıların birlikteliğinden ve bu birlikteliğin kendi alternatif siyasalından kaynaklanan tepkilerinden bahsedebilseydik, Suriye’de yaşananlar da dâhil olmak üzere meselelerimizi daha farklı bir istişari zeminde tartışıyor olabilirdik. Oysa bugüne kadar Türkiye’deki hegemonya karşısında İslamcılık adına alternatif bir siyasal kamusalı geliştirememişliğimiz, tepkilerimizden ortaya çıkan toplamı da sorunlu hale getiriyor. Burada tartışmaya açmaya çalıştığımız konuları dahi bir sorun görmekten, değerlendirmekten ve çözmekten dahi aciz iken, rüştümüzü başka insanların canı üzerinden gelişen olaylara verdiğimiz tepkiyle ispata kalkışmak ise gerçekten ibret verici olsa gerek…

İslamcı cemaatler nazarında “doğru yaptığında destek verilip eğrisinin düzeltilmesi” gereken AK Parti, bugün itibariyle Suriye halkının bölgedeki kurtarıcı hamisi muamelesi görebiliyorsa, ortada ciddi bir sorun var demektir. Fakat AK Parti’nin yönettiği devlet aygıtının tüm stratejik ittifakları ve geliştirdiği dış siyaset, ancak küresel egemenlik sistemi bağlamında değerlendirilebilecekken, NATO üyesi bir devletin bu kanallarının bölge halkları lehine kullanıldığını vehmeden bir İslamcı anlayışın böyle bir sorunu ne kadar görüp değerlendirebileceği de tabi ki başka bir sorun…

Binlerce insanın hayatı üzerinde ilerleyen süreçte kendi egemenlerimizin reflekslerinin nedenlerini anlayamadığımız takdirde, insani duyarlılık ve İslami şahitlik adına ortaya koyduğumuz protest tavırlar maalesef onların siyasal istismarına açık hale gelmektedir. Dahası bunun bile isteye kabullenilmesi ve bu noktada geliştirilen diyalog neticesinde başka beklentiler içine girilebilmesidir. Bizi kaygılanan durum biraz da budur.

Masum insanların canını hiçe sayabilecek kadar azgın istikbar rejimlerinin duyarlılıklarımızı manipüle etmesine izin vermemek, kendi siyasal mücadelemizi ortaya koymakla mümkündü. Bunu başaramadığımız gibi artık ortaya koyduğumuz çabaların suistimaline de göz yumabiliyorsak, gelecek adına gerçekten kaygılanmalıyız demektir.

* * *

Sanırım bu noktada derdimizi anlamamaya ya da ısrarla çarpıtmaya gayret edenlere, durmaya çalıştığımız yeri ve aldığımız tavrı, daha önce yaptığımız bir basın açıklamasına gönderme yaparak hatırlatmak gerekiyor:

“Açıkça ifade ediyoruz ki, Suriye halkının kaderini kendi kaderimizden, geleceğini kendi geleceğimizden ayrı düşünmüyoruz.

Vurgulamak istediğimiz mesaj nettir: Günübirlik protestolarla kendimizi teskin edebiliriz, o kadar. Baas rejimi başta olmak üzere bölgemizdeki halk düşmanı tüm zorba iktidarların devrilmesi için asıl sorumluluğumuz ise kendi direnişimizi yükseltmektir.

Meydanlara çıkmak için başkalarının ayaklanmasını ve ölmesini beklemek değil, önce kendi devrimimize inanmaktır. İşte o gün egemenlerden her şeyin hesabını sorabiliriz!

Aksi takdirde gösterdiğimiz tepkiler yalnızca iktidar sahiplerinin çıkarlarına ulaşana kadar kullandıkları araçlara dönüşecektir, tıpkı Mavi Marmara sürecinde olanlar gibi. O gün gemide akan kanı seçimleri kazanana kadar istismar eden ve işi bittiğinde bir kenara bırakabilenlerin bugün aynı şeyi Suriye için yaptığını görüyoruz. Buna izin vermeyelim!

Sakarya Adalet Girişimi olarak zulme karşı haktan ve halklardan yana durmaya devam edeceğiz. Büyük şeytana da onun şeytanlık yapan ortaklarına da kayıtsız kalmayacağız. Ankara’nın rüzgârına kapılıp gitmeyeceğiz. Suriye’de, İran’da ya da başka bir yerde yeni işgal ve fitnelerin peşinde olanlara karşı çıkacağız.”

 

Yine şu ifadeler de sanırım bir fikir verecektir:

“Baasçı Suriye rejiminin zulümlerine bir an önce son vermesi ve halkın adilane isteklerine boyun eğmesi kan ve gözyaşının Suriye’de dinmesi öncelikli isteğimizdir. Esat rejiminin bir an önce gitmesi, Suriye halkının yararına olacaktır. Fakat bunun bir NATO müdahalesiyle olmasına kesinlikle karşıyız. Bu müdahalenin Türkiyeli ya da Türkiyesiz olması da hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Daha büyük bir zalimin gelmesi için küçük zalimin gitmesi talep edilemez. Ölümü görüp sıtmaya razı olmak ne kadar kötüyse, sıtmadan kaçınıp ölüme razı olmak çok daha kötüdür. Suriye halkı için ne sıtmaya ne de ölüme razıyız.”

* * *

Anlamak isteyen için anlatmak istediğimiz aslında açık ve net:

Nasıl ki 1 Mart’ta Irak tezkeresine karşı çıkarken Irak’ın diktatörünü savunmuş olmuyorduk, bugün de yeni bir tezkerenin yolu döşenirken Suriye’nin diktatörünü savunduğumuz iddia edilemez.

Ne dün bölgemizde halklarına zulmeden rejimlerin yanındaydık, ne de bugün zulüm ve istikbar rejimlerini savunuyoruz.

Komşumuz ve kardeşimiz olan tüm bölge halklarının kanını mukaddes sayıyoruz ve Suriye’de rejimle karşı karşıya kalan savunmasız insanların katledilmesine kayıtsız değiliz. Fakat tavır alırken altını çizdiğimiz bir yer de var: Zalimlerin devrilmesi için başka şeytanlarla pazarlık yapılmasını doğru bir tavır kabul etmiyor; dışarıdan dost tutanın mahallede sözünün geçmeyeceğini söylüyoruz.

Bölgemizde nasıl vicdansızca bir güç savaşı verildiğine ve bunun için masum halklarının canının nasıl hiçe sayılabildiğine gözümüzü kapatarak değil açarak tepki veriyoruz. Ve tavır geliştirirken, ne kendi egemenlerimizin ne de küresel hegemonyanın değirmenine su taşımak istiyoruz.

Daha düne kadar sarmaş dolaş olup Suriye rejimiyle örnek bir “birlik ve beraberlik” projesi ortaya koyulduğunu anlatmaya çalışanların bugün giriştikleri örtük savaşın adalet ve insanlık nağmına olamayacağına vurgu yapıyoruz.

Bölgemizdeki halkların menfaatini gözetmeyen tüm yönetimlerin devrilmesini tüm arzumuzla istiyoruz. Bunun kendi iç dinamiklerimizle gerçekleştirilmesi gerektiğini söylüyoruz. Her halkın kendi siyasal örgütlenmesini sağlayarak irade ortaya koymasını ve mücadele etmesini önemsiyoruz. 

Zalimlere karşı tepkimizi gösterirken, zorbalığın sadece komşu ülkelerde sürmediğini unutmayalım diyoruz. Sadece komşularımızdaki diktatörlerin köpekliğini anlatanlara; kuzu maskesi takmış kurtların tuzaklarını yok saymamaları gerektiğini belirtiyoruz. Allah’ın hesabı olduğunu tekrarlayanlara, kendilerini dışarıda tuttukları sürece bu hesapların sebepsiz tecelli edemeyeceğini söylüyoruz.

Tevhid ve adalet mücadelesinde siyasal bir hareket geliştiremediğimiz sürece iyi niyetle dahi olsa yapacaklarımızın beklentilerimizin aksine sadece siyasal egemenliklerin işini kolaylaştırmasından duyduğumuz endişeyi paylaşıyoruz.

Bölgemizde ABD askerleri cirit atarken, her yer üslerle dolarken, “ümmete ihanet olacağını” açıkça söylediğimiz NATO’nun füze kalkanı Malatya’ya kurulurken, NATO’da ne işimiz olduğu sorusuna sahip çıkmaktan vazgeçmişken bölge halklarına karşı asıl sorumluluklarımızı yerine getiremediğimizin utancını taşımamız gerektiğini söylüyoruz. Tüm bunları unutup da herkese akıl vermeye kalkışmanın haddini aşmak anlamına geleceğini ifade etmeye çalışıyoruz.

Hepimiz adına gerçekten çok zor, yaralayıcı ve parçalayıcı bir imtihan ama en azından masum Suriye halkının canı üzerinden kirli ve kanlı hesaplara giren tüm egemenlerin karşısında durmaya çalıştığımızdan da şüphemiz yok, içinde bulunduğumuz hegemonya da buna dahil!

Ve son olarak, içimizi kanatan ve yaralarımızı derinleştiren Suriye meselesinde ortaya koymaya çalıştığımız tavrı, bağlamından kopartarak tartışan kardeşlerimize niyetlerinde samimi iseler akl-ı selimle düşünüp hareket etmelerini tavsiye ediyor, niyetimizin ne olduğunu bile bile konuşup zalim Baas rejimini aklamaya çalışıyormuş gibi gösterme cüretinde bulunanların iftiralarından ve fitnesinden Allah’a sığınıyoruz.

 

* Platform Haber kaynak gösterilerek alıntılanabilir.

 

 

 

Bir cevap yazın