Lütfi Bergen’den yeni kitap: Kent-İslam ve Kapitalizm

Lütfi Bergen, Kenti Durduran Şehir kitabında tartışmaya açtığı konuların devamı niteliğindeki yazılarını “Kent-İslam ve Kapitalizm & Şehre Yürüyelim BATI Yıkılacak” kitabında okurlarıyla paylaştı. Kitabın önsözü ise şöyle:

“İslam Şehri” kavramı ile Batı’lı kent fikrinin karşısında bir toplum/mekân tasavvuru inşa etmeye çalıştığımız “Kenti Durduran Şehir” kitabının tezlerini bir ütopyaya bağlama ihtiyacı bu kitabın hareket noktası oldu. “Kenti Durduran Şehir” yayınlandıktan sonra en çok sorulan soru, “Batı Kent eleştirisi”nin karşısına ne koyulacağı idi. “İslamcılık, kentleşme, kapitalizm, küreselleşme, sömürgecilik” kavramları çerçevesinde Müslümanların yaşadığı dünyevileşmeye – kapitalistleşmeye getirdiğim eleştirilerin “eleştiri olmaktan başka” bir faydası bulunmadığı ifade ediliyordu. Tartışmacılara göre yaşadığımız kapitalist-küresel süreç de geriye döndürülemez durumdadır.

2014_0508_kent-islam-ve-kapitalizmBu kitabın adındaki “Kent-İslam” terimi İslam’ın “Medine-şehir” vasfını yitirmiş olduğumuzu gösterecek şekilde Kent ve İslam terimlerinin birlikte telaffuz edilmesi zaruretine işaret etmektedir.

İslamcılığın bir modernleşme ideolojisi, bir Batıcılık fikriyatı, pozitivist bir nazariye ve en nihayet sekülerlik olduğu hususuna dikkat çeken kitaptaki yazılar kentleşme sürecini “küresel kapitalizmin yeni kolonyal siyaseti” perspektifinden okumaktadır. “Batı’nın bilimini alalım” fikrinin İslamî bir temeli bulunmamaktadır. “Anadolu’nun bin yıllık iktisat nizâmı” kurumsal, kollektivist bir toplumsallık oluşturmaktadır. Bu nizâmın “şehri”, “Batı kenti” değildir. Müslümanca düşünme, İslam’ın Batılı bir kent dini (Kent-İslam’ı) halinde yaşanabilir olduğu zihniyetinden kopmayı başaramamaktadır. Cumhuriyet kurulurken Türkiye’nin köylü ve çiftçi toplumu olmasının yöneticilerin aşmaya çalıştığı en mühim mesele haline geldiğini hatırlarsak, Türkiye’nin üç tarz-ı siyasetine bağlı aydınlarının tamamının kalkınmacı, ilerlemeci, sanayileşmeci, kentleşmeci olduğu reddedilemeyecektir.

Üç tarz-ı siyaset aydınlarının aralarındaki kavga “Ne kadar Batılılaşalım?” sorusu ile sınırlıdır. Cumhuriyeti kuran kadronun endüstriyel toplum tasavvuru ile Türkiye’nin son yıllarında yaşanan kentleşme aynı derecede modernleştirici, totaliter, hegemonik bir “Leviathan”laşmadır ve aralarında tefrik yapılması mümkün değildir. İslamcıların 2000 sonrası “medeniyetçi” siyasal tavra eklemlenmeleri onları, “yol – baraj – kentsel toplumsallık” projelerini üreten erken dönem Cumhuriyet elitlerinin modernleşme politikacılarıyla buluşturdu. Her iki kentleşme-modernleşme de aynı etkilenmeye sahiptir. 1923’te belirlenen sanayileşmeci politikanın yürütücüleri ile “İslamcı aydın” arasında tefrike değer bir ayrışma ya da tenakuz bulunmuyor. Çatışmacı gibi görünen bu iki modernleşme arasındaki temel fark, erken dönem Cumhuriyet elitlerinin “laik” (tepeden inme) ve geç dönem Cumhuriyet elitlerinin “seküler” (aşağıdan yukarı – eşya, tüketim ve kentleşme ile) modernleşmeyi politize etmelerinden kaynaklanıyor. Her iki durumda da modernleşme bir burjuva sınıfı oluşturmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Kural olarak İslamcılar da başlangıçta anayasasında “devletin dini İslam” yazan yeni Cumhuriyet’in sanayileşmesi hakkında elitlerle aynı şekilde düşünüyorlardı. Bu nedenle “Doğrudan Kur’an’dan almalıyız ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” ya da “Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını./ Veriniz hem de mesainize son sür’atini” diye ortaya çıkan haykırış ile Cumhuriyet elitlerinin ekonomi politikaları benzerlik arz etmekteydi.

İslamcılar “kanaat-tevekkül” denilince açılan kapıdan girecek bir tasavvufa da ön yargılı idiler. Mehmet Akif’in kanaat’a yaptığı menfi vurgu, Cumhuriyet elitlerince de aynı söylemlerle dile getirilmiştir. Tekke-vakıf-tımar (aşar sistemi)-ahilik ile oluşturulan Anadolu düzeninin kurumsal tabanı “hane – mahalle – bedesten” ancak şehrin örgütlediği cemaat (tekke) ve fıkıh (sözleşmesel hukuk) ile tanzim edilebilir. İslamcıların modernist yaklaşımlarının kollektivist (cemaatci) olamadığı, birey felsefesine yaslandığı söylenebilecektir. Biretci kent-İslam algılarının geleneksel hayatın içindeki tasavvufa, dindarlığın cemaatci yorumuyla kırda mekân- bağ- bahçe tutmasına hiç tahammülü olmadığı söylenebilecektir. Böylece “gelenekle çalışma ideolojisi”yle, ilim ve fenne atfedilmiş “değerler”le inşa edilen yeni bir toplum zihniyeti doğdu ve İslamcılık da, diğer “kurtuluş ideolojileri” Türkçülük ve Batıcılık kadar rasyonalist- pozitivist (hatta materyalist) bir kuvözde doğup, yetişti.

Bu kitaptaki değinilerden bir diğeri de modernleşirken ahlâkîliğimizi koruyamadığımız hususudur. Bu kapsamda ahlâk-siyaset ilişkilerine, kapitalist ahlâktan ahlâkî iktisadiyata salınan bir dizi yazıya kitapta yer verdik. Ahlâkın ilkelerinin şehri inşa edeceği fikrine işaret ettik. Ahlâk iktisadî olanı belirleyici, fıkıh mekânı tayin edicidir. Ahlâkın iktisadî niteliği onun dört ilkeden yükselmesinden kaynaklanmaktadır: Adalet-şecaat-iffet-hikmet. Bununla beraber ahlâk konusunda Nahl 90 ayeti ekseninde de bir yorum getirmeye çalışarak “adalet-hüsna-akrabaya yardımı tahakkuk / münker-bağy-fahşa’yı men” şeklinde özetlenebilecek bir tanımdan bahsettik.

Kitaptaki kimi yazılarda ülkedeki siyasilerin beledîye hizmetleri ve çalışmaları kapsamında Batı’dan kopya ederek getirmeye çalıştıkları teknik aktarımlara (Marmaray, TOKİ, teleferik, otoyol, kentleşme yoğunlaşmaları, çiftçiliğin tasfiyesi, üretimin endüstriyelleşmesi, vs) eleştiri getirildiği hususuna da değinilmelidir. Şehir’in inşasını mümkün kılacak bir ütopyadan bahsettik.

Bu kitabın hazırlanması hususunda teşviklerini esirgemeyen, Türkiye’de Doğu-Batı çatışması tezini ısrarla sürdürerek bir düşünce zemini kuran Ertan Eğribel’e ne kadar teşekkür etsem kifayet etmeyecektir.

Kaynak: Heyula.net

Bir cevap yazın