
Bunun adı cumhurbaşkanlığı değil belediye başkanlığı sistemi
Korhan Gümüş (Adalet Zemini) – Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum 6 Mart Pazartesi akşamı Tarafsız Bölge programında anayasa değişikliği konusundaki soruları cevaplandırdı.
Cumhurbaşkanlığı Sistemi üzerine sorularını cevaplarken, siyaset ile teknokrasi (ya da bürokrasi) arasındaki rekabete değindi ve anayasa değişikliğinin amacının öncelikle vesayetçi yapıyı ortadan kaldırmak olduğunu söyledi.
Mehmet Uçum mürekkep yalamış bir kişi. Devlet iktidarının komplike bir yapısının olduğunun farkında. Siyasetteki çatışmaların yalnızca siyasal görüş farkından kaynaklanmadığını, devlet yapısı tarafından üretildiğini biliyor.
Yapılmak istenen değişikliğin otoriteler arasındaki çatışmacı yapıyı ortadan kaldırmayı hedeflediğini söyledi. Uçum yalnızca buna inandığını söyledi. Bunun nasıl olacağını söyleyemedi. Yalnızca anayasa değişikliği gerçekleştiğinde bunun görüleceğini, kendilerinin bu işi bildiğini, güven duyulması gerektiğini söyledi. (Büyük bir ihtimalle söylemek istemiyor değil, kendisi de bilmiyor.) Uçum’un iddiasını ispatlama formülü ise şu: “Bekleyin, göreceksiniz.”
Belediyelerde örneğin 19. yüzyıldan günümüze gelen bir başkanlık sistemi (ve bürokrasi) var. Siyasal erk, başkan ve bu bürokratik işlevler şehri, mevcut karmaşık bir sistemi, fiziksel yapı, mekan üzerinden düzenlemeyi hedefliyor. Ancak bu işlevler katılıma açılmadığı sürece, tasnif edici temsil sistemleri çok aktörlü mekanizmalar ile ilişkisel hale getirilmedikçe, yönetimler ayrıcalıklı piyasa aktörlerine teslim oluyor. Yolsuzluklar artıyor. Bu işlevler yalnızca iktidar tesis etme işlevi görüyorlar.
Siyasetin bir kalıntıya dönüştüğü, toplumu tasarlama düşlerinin çöktüğü neoliberal sistem içinde, ideoloji arka planda iş görüyor. Bu teslimiyeti bir tür kazanca dönüştürerek, yapılanların ideolojiyi güçlendirmek adına olduğuna taraftarlar ikna ediliyor. Kariyerinin başından beri bu deneyimle yoğrulan Erdoğan kendi patronaj sistemini kurmaya çalıştı, şehirsel rantları kendi denetimi altına almaya çalıştı. Bu sistemdeki önemli bir kırılmanın 2010 yılına girerken yaşandığını görüyoruz. Devlet aklını temsil eden bilişsel sistemin temel üreticileri olan toplumsal tabakalar, bürokrasiyle iç içe geçen meslek insanları, koruma kurulları, üniversiteler bu tarihten sonra siyasetin patronajı altına girdiler. Örneğin 28 Şubat sürecinde Tayyip Erdoğan’ın bu iktidar sınıfını denetimi altına almak için yöntemler ve taktikler geliştirdiği, belediyelere ve kamu kuruluşlarına onlara plan ve proje işlerinin verilmesi talimatını verdiği söylenir. Bu kuruluşları temsil eden kişilerle, hiçbir rekabet koşulu olmadan iktidar imkanları paylaştırılır. Böylece entelektüel ortam zayıflatılır. Bu bir dönüm noktasıdır. Plan ve proje işlerinin büyük bir bölümü artık şirketlerin altında gerçekleşmektedir. Diğer bölümü de restorasyon, kentsel tasarım işlerine danışmanlık olarak itiraz etmesi muhtemel çevrelere dağıtılır. Fikir üretimi alanının siyasal iktidara bağımlı hale getirilmesi ile birlikte, bu bilişsel sistemin aktörlerinin temsil ettiği yapı çöker. Örneğin 2009 yılına kadar “İstanbul’un Anayasası” olacağı söylenen ve hazırlığı için bir üniversite kurmaya yetecek kadar bütçe ayrılan ve İBB Meclisi’nden oybirliği ile geçerek kabul edilen Master Plan (Çevre Düzeni Planı) çöpe atılır. Bunun yerini siyasal iktidara bağımlı projeler alır. Sonuçta kendisini tarafsız ve mutlak kabul eden bilişsel sistem bir kenara atılmış, bunun yerini siyasal iradenin ayrıcalıklı piyasa aktörleriyle gerçekleştirdiği projeler almıştır.
Bunun nedeni bu sınıfların katılım talebinin yalnızca bir iktidar paylaşımı talebini içermesi, yani kendi zafiyetidir. Bu katılım modeli gerçekte çok küçük bir azınlığın hakkıdır. (Toplulukların katılım hakkı baştan ellerinden alınmıştır.) Bu yüzden sistem toplulukları kalıcı bir sorun olarak gördükleri yönde eşitsizlikle mücadeleye değil, (Gülen hareketinde olduğu gibi) iktidar alanına yerleşmeye teşvik eder. Alt sınıflar, şehirlileşen göçmenler eşitsiz koşullarda da olsa, aile dayanışmasıyla, çalışkanlıklarıyla, burslarla kurumların içine sızmaya çalışırlar. Siyaset eşitsizlikle mücadele için değil, eşitsiziğin üretilmesinde eşitlik yaratma işlevi için kullanılır. Böylece her ilişki kurma, katılım çabası, bizzat temsilcilerin gayretleri ile devlet erkine dahil olur ve bir kalıntı olarak siyasette temsil edilir. Bu yüzden katılım, eşitlik gibi meselelerin yerini toplumsal tabakalar arasındaki mücadeleler alır. Taraflar kendilerini meşru, diğerlerini gayrımeşru olarak ilan etmeye çalışırlar. Bu sistem fragmantasyonu içine almaz, dışlar ve otoriterleşir.
Bu yüzden Uçum’un eksik bıraktığı söylediğinden fazla gibi gözüküyor: Bu yaklaşım siyasetle uygulama arasındaki tek yönlü ilişkiyi, “ideal bir düzen” arayışını çağrıştırıyor. Siyaset, demokrasilerde tarafları motive eden tasarımlar, “ideal bir düzen” arayışları ile uygulama arasındaki çelişkilerle gerçekleşir. (Başka bir deyişle bu çelişkiler fragmantasyonu içine alan bir kamu işleyişi ile aşılır.) Oysa bugüne kadar patronajla deneyimlenen ve kurumsallaştırılmaya çalışılan model siyasal alana ait olan bir çelişkiyi (“ideal bir düzen” arayışını), siyasal olmayan bir yolla çözmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Yani farklı düşüncelere, seslere kulakları tıkamak, hukuk kurumlarını siyasetin vesayetine sokmak. Çünkü siyaset bu ideallerin uygulanması değil, “sökülmesi” tekniğidir.
Örneğin 28 Şubat sürecinde (farkında olmadan) devlet erkini kullanan sınıflar bu tekniği Erdoğan’a bahşetmiş oldular. Bunun nedeni (ve motive edici karşıtı da) gene moderniteyi aynı şekilde “bilim” adlı tek tanrılı din olarak kavrayan bilişsel düzendi. Popülist otoriter sistemin temsilcileri ise bu çelişkiden motive oldular. Bu iki kutup arasındaki gerilim modernitenin barındırdığı çelişkileri perdeleme ve neoliberal sistemin tesis edilmesi işlevi gördü. (Bugün de hala aynı gayretin içindeler.) Siyaset şimdiki zamandan dışarı atıldığında, bu “sökülme” tekniğine değil, bir “dikilme” tekniğine dönüşür. Demokratik çelişki (çatışma) krize dönüşür. (Bu yüzden yaşanan sorunla baş edebilmek için taraf olmak çok hafif kalıyor.) Çünkü demokrasi, ideal toplum tasavvurlarında olduğu gibi sonra gelmez, ancak “şimdiki zaman”da gerçekleşebilir. Böyle bir ilişki kurulmazsa “şimdiki zaman” acılara, felaketlere teslim olur.
Kaynak: Korhan Gümüş (Adalet Zemini)