
-Mış gibi memleket!
Zor zamanlardan geçtiğimiz doğrudur, lakin yaşadığımız günlerin zorluğu, sorunların kendisinden ziyade, çözüm diye sunulanlardan kaynaklanıyor.
Aradan onlarca yıl geçtiği halde konuştuğumuz sorunlar değişmiyorsa, ortada sorunların ötesinde daha büyük bir sorun var demektir.
Bana kalırsa bu sorun, memlekette “-mış gibi” yapmanın her zaman geçer akçe olmasıdır.
Aynı topraklarda yaşayan insanlar, başka başka bahanelerle birbirine karşı konumlandırılıyor ama toplumsal bir barış varmış gibi yaşıyoruz.
Her gün haksızlıklarla karşılaşıyoruz ama adalet hüküm sürüyormuş gibi yapıyoruz.
Meclis çözüm üretmiyor ama ülkede siyaset yapılıyormuş gibi algılıyoruz.
İnsanlar, düşüncelerini sarsıcı şekilde ifade edince sırf bundan sebep mahkûm edilebiliyor ama özgürlük içinde yaşıyormuş gibi konuşuyoruz.
Ehliyet ve liyakat sistemi çökmüş ama atamalarda herkesi eşitmiş gibi gösteriyoruz.
Hak arayacak merciler hukuku unutmuş ama her şey hakkaniyetle yürüyormuş gibi davranıyoruz.
Okullarda eğitim ve öğretim yapılamaz hale geliyor ama eğitim sistemi iyi işliyormuş gibi düşünüyoruz.
Şehirlerimizin kendisi hastalık üreten bir yapıya bürünmüş ama hazır çiçek dikmekle çevreyi korumuş gibi gösteriyoruz.
Televizyon ekranları müptezellikte reyting rekorları kırıyor ama kanallardan düşünce, kültür akıyor gibi bakıyoruz.
Medeniyet dediğimiz zift asfalttan bulvara, betondan binalara indirgenmiş ama biz geçmiş günlerin ilim, bilgi ve kültür güneşi hala ışıldıyormuş gibi gururlanıyoruz.
Ne yana baksak, “-mış gibi” yapıldığını, “-mış gibi” anlatıldığını görüyoruz.
Kendi kendimize propaganda yapıp, kendi kendimizle böbürleniyoruz.
Bir sorun mu var, memlekette insanların bir şikâyeti mi var; “ver mehteri!” deyip insanların sözünü bastırmaya çalışıyoruz.
Böyle bir vasattan ne çıkar?
İnsan kalabildiğimiz bir toplumsal zemin, siyasal düzen yahut iktisadi sistem çıkmadığı aşikâr.
Peki böyle gelmiş diye bundan sonra da böyle mi gider?
Bu, biraz da bize bağlı…
Biraz diyorum ama aslında tamamen bize bağlı.
Ne diyordu İsmet Özel; “Toplum olarak aldatılmışsak, oyalanmışsak, istemediğimiz bir yöne sevk edilmişsek; burada kabahatli olan bizi aldatanlar değildir.
Aldanışımızdan, hileye maruz bırakılışımızdan ve güdülüşümüzden biz sorumluyuz.”
Gerçekten de öyle.
Yaptığımız ve yapmadıklarımızla, olan bitenlerden her birimiz sorumluyuz; kendimize, ailemize, şehrimize, memlekete, topluma ve insanlığa karşı…
İnanıyorsak, tabi öncelikle Allah’a karşı.
Bu kadar oyalanmanın içinden kurtulmak için ne yaptığımız meselesi üzerinde kendi muhasebemizi yapmadığımız her gün ziyandayız.
Hak ve adalet için, özgürlük ve hukuk için iki günümüz eşitse, zarardayız.
Zarardan kurtulmanın yolu, inançlarımız, değerlerimiz ve ilkelerimiz uğrunda emek vermektir.
Emeksiz, zahmetsiz, dertsiz, çilesiz bir kurtuluş, çözüm, çare yok.
Nitekim Türkçe’de, emek, “emgek” kökeninden gelirmiş ki, bu da “zorluk, zahmet, eziyet” demekmiş. Yani dilimizde emek, “zorluk çekmek, göğüslemek” fiilinden türetilmiş.
Rabb’imiz, her zorlukla birlikte bir kolaylık olduğunu müjdelerken; müjdeye mazhar olmak için, bizden emek istiyor.
Tırmanacağımız sarp yokuşlar, karşılacağımız çetin imtihanlar, üzerimize örülecek duvarlar, önümüze kazılacak çukurlar olacağını da hatırlatıyor.
Şimdi, şu imtihan dünyasında, her gün yeni yeni sorunlarla, haksızlıklarla karşılaşırken; şu hususu hatırda tutalım:
Herkesin memleketin selameti için farklı görüşleri olabilir, farklı kararları ve tercihleri.
Ya hep beraber birbirimizle konuşup, dertleşip, sorunlarımızı insanca çözmeye gayret edeceğiz ve birlikte doğru dürüst bir toplumsal vasata kavuşacağız.
Ya da hep beraber bölgemizde kaynayan fitne çukurlarından birinin dibini boylayacağız!
Akıp giden şu zor zamanların neye varacağını birlikte yaşayıp göreceğiz.
Zor zamanların imtihanını emek vererek göğüsleyenlerden olanlara, insanın insanca, hakça ve özgürce, barış ve esenlik içinde yaşaması için, sorunun değil çözümün parçası olmaya çabalayanlara selam olsun!
Beytullah Önce