Hoşbuldun mu ya Şehr-i Ramazan?

Günler günleri kovaladı, aylar ayları…

Bir mübarek Ramazan daha başladı.

Hakiki mahyalar kalmadı ama ledli, ampüllü ışıklarla “Hoş geldin ya Şehr-i Ramazan” yazıları, cami minarelerinin arasını süsledi.

Ramazan’ın hoş geldiği, esenliği ve mübarekliğiyle günlerimize oruç ve Kur’an iklimini getirdiği doğrudur; lakin geldiği yerleri, bizleri, halimizi ahvalimizi hoş bulmuş mudur; işte orası şüpheli.

Ramazan kendi ruhunu getirdi ama oruç nefesini üflediği memleketin ruhu ne haldedir; gören gözler için sanırım belli.

Belli olmasına belli de, biz hep birlikte bakıp, beraber görmekten vazgeçmeyelim yine de…

Madem Ramazan’da bedenlerimizi oruç, ruhlarımızı Kur’an ile arındırıp, aydınlanmaya niyetleniyoruz; o zaman bu vazife üzerine tefekkür edelim.

Ramazan’ı mübarek kılan nedir, bu ayın hikmeti nerdedir; bu ve sair sorular üzerinde düşünelim.

İyice düşünüp, doğruca ders alalım ki, geride kalan diğer on bir ayın da bu mübarek iklimden ayrı düşmemesi gerektiğini yeniden hatırlayalım, hatırlatalım.

Konuya, öncelikle orucun, sahurun, iftarın mahiyetinden başlayalım.

Mesela, orucun iki vakit arasında açlığa indirgenip, bedensel terbiyenin neden nefsi bir arınmaya dönüşmediği sorusunu gündemimize alalım.

Mevzuyu da sadece lüks iftar sofralarından ibaret sanmayalım.

Zenginlerin sofrasında lokmaların her gün daha çok artıp, yoksulların lokmalarının her an hızla azaldığını görüyoruz madem, bu Ramazan, sadece açlığı anlamakla, açların halini yaşayarak tecrübe etmekle kalmayalım; buna nasıl bir ekonomik aklın yol açtığını da sorgulayalım.

İnsanların asgari ücretle azami şartlarda çalıştırılıp, emeğinin hakkını alamadığı şu iktisadi düzende, nasıl oluyor da orucumuzun, namazımızın, zekâtımızın ıslah edici bir çözüm teklifiyle memlekete damgasını vuramadığı hakkında daha çok düşünelim.

Aziz İslam’ın lafzının ağızlardan düşmediği, yöneticilerimizin dahi iftardan iftara koşup, mübarek Ramazan’dan, ilahi Kur’an’dan bahis açtığı bir süreçte, İslam’ın ahlak ve adalet emirlerinin hayatımıza mührünü neden ve nasıl vuramadığını konuşalım.

Bu kadar Müslümanın oruç tuttuğu bir memlekette, ahlaki yozlaşmadan, şiddetten, adaletsizlikten nasıl olup da bir türlü arınamadığımızı sorgulayalım.

Milyonlarca Müslümanın oruç tuttuğu bir zamanda, insanlara kanun hükmünde haksızlıkların nasıl yapılabildiğini ve bu yapılanların nasıl da sessizce karşılanabildiğini düşünelim.

Allah, insanlara hür aklı, hür vicdanı, kelamı, kelimeleri vermişken; insanların çıkıp bunlar üzerinde kendi iktidarları kurma cüretini sergileyebilmelerinde, kendi katkı payımızın öz muhasebesini yapalım.

İnsanların, sadece ama sadece kendi düşüncelerini ifadelerinden dolayı baskıya ya da cezaya uğratılmasının, İslam’ın vaadi olan adaletin neresine düşeceğini konuşalım.

Malum, Ramazan ayı aynı zamanda Müslümanların açlıkla terbiye edildiği bir ay; Allah’a iman edenler, bu terbiyeye gönüllü olarak razı geliyorlar.

Şimdi bu gerçek ortadayken, isterseniz gelin, yeryüzü nimetleri üzerinde kullardan kimilerinin ileri gidip kendi layüsel otoritelerini kurma ve buna rıza göstermeyenleri açlıkla terbiye etme hakkını kendilerinde nerden bulabildiklerini samimiyetle sorgulayalım.

Ramazan ayı, sadece oruç değil, aynı zamanda Kur’an ayı.

Allah’a teslim olanlara tevhid, tüm insanlığa ahlak ve adalet vahyedilen bir kitabın inmeye başladığı mübarek bir gecenin içinden geçtiği zaman.

İşte o aziz zamanın hakkını vermek için, vahyin mesajını bugün neden zamanın ruhu kılamadığımız soruna dikkatimiz verelim.

Soralım, sorgulayalım:

Zamanı zayi edenlerden miyiz, ihya edenlerden mi?

Adalete mi şahitlik ediyoruz, zulme mi rıza gösteriyoruz?

Kötülüğün karanlığını mı besliyoruz, iyiliğin aydınlığını mı?

Son olarak, Asr Suresi’ne kulak verip, neyi tavsiye edip, neye teslim olduğumuza yeniden bakalım:

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla.

“Asra yemin ederim ki,

İnsan gerçekten ziyan içindedir.

Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”

Beytullah Emrah Önce

 

Bir cevap yazın