Kazara yaşayıp gidiyoruz işte

Memleketinden gurbete binlerce kilometre yol kat ediyorsun, günde 60 lira kazanıp, bir sonraki seneye kadar geçimini sağlamak için.

Ya çalışacağın yere varana kadar ya da vardığın yerde bahçeye giderken, hayatını kaybediyorsun.

Üstelik bu bir kez gelmiyor başına.

Her sene yaşıyorsun, her sene ölüyorsun.

Ne yaşadığından anlıyorsun, ne öldüğünü…

Yaşarken adın sanın olmuyor, ölüyorsun, yine olmuyor.

Haberlerde bir sayı olarak geçip gidiyorsun şu fani dünyadan.

Yine öyle oldu.

Mardin’den Hendek’e fındık bahçelerinde gündeliğe gelen emekçiler, kendilerini taşıyan traktörün devrilmesi sonucu ya canlarını kaybettiler ya da zar zor hayata tutunabildiler.

Ölüm karşısında söyleyecek söz gerçekten az.

Acıyı, ateşin düştüğü ocaktakinden daha iyi kimse bilemez.

Geride kalanlara ise bu ateşe bakıp, ibret almak düşer.

Lakin hangi dersi alıyoruz ki; bu acıdan payımıza düşen hisseyi çıkaralım?

Her ne kadar olağanüstü hal olsa da dönemin tanımı, emekçilerin ölümünde hiçbir olağanüstülük yok ki.

Çalışma hayatının gündelik rutini bu zaten.

İşe gidiyorsun, çalışıyorsun  ve ölüyorsun.

Öyle olağan hale gelmiş ki durum, emekçinin ölümü değil, yaşamı kazara oluyor artık.

O kadar kaza riski ve ihtimali arasında mesainin sonuna sağ salim varmak olağanüstü sayılır hale gelmiş ki, pek umursanmıyor.

Emek gibi emekçi de ucuz.

Emeğin bedeli gibi emekçinin canı da kıymetsiz.

O yüzden ya bir traktör kasasında devrilip gidiyorsunuz.

Ya bir servis minibüsünde sel sularına kapılıp, boğuluyorsunuz.

Bir gece yattığınız şantiye çadırlarında yanıyorsunuz.

İnşaat asansöründe yere çakılıyorsunuz.

Maden ocağına inip, bir daha canlı çıkamıyorsunuz.

Öyle oluyor ki bazen cansız dahi çıkamıyorsunuz, mezarınız olmadan oracıkta toprağa karışıp gidiyorsunuz.

Ardınızdan bir nutuk çekiliyor, iki resmi açıklama, üç haber; dördüncü güne kalmıyor unutulmanız.

Dedik ya, ateş sadece düştüğü yeri yakıyor; gerisi yalan oluyor.

Öyle olmasa, sorumluluk sahipleri, iş sahipleri, yöneticiler, iktidar sahipleri, bu olup bitenler karşısında durup bir düşünürdü.

Sahiden buradaki trajediyi görür ve hal çaresine bakardı.

İnsan hayatının bu kadar ucuz olmaması gerektiğine dair bir kanaat hasıl olsa, ölümlerin bu kadar rutine dönüşmesinden rahatsızlık duyup, çözüm üretirlerdir.

Üç kuruş daha fazla kazanç için, daha çok rant için emekçinin hakkından, güvenliğinden gereken harcamayı esirgemeyebilirlerdi.

O zaman belki iş kazaları gerçekten “kader” kalabilir, kaderimiz “kaza”lardan ibaret olmayabilirdi.

Göz göre göre gelen bu ölümler, gündelik çalışma hayatının rutini sayılmayabilirdi.

Düşünün ki geçen sene içinde 1970 emekçi hayatını kaybetmiş.

Bu yılın sadece ilk beş ayında 726 emekçi, iş kazalarının kurbanı olmuş.

Sadece mayıs ayı içinde 37, ilk beş ayda toplam 94 tarım emekçisi hayatını kaybetmiş.

Ve bu ölümler ne siyasetin gündemi oluyor, ne yönetenlerin.

Niye olsun ki?

Ne borsa etkileniyor emekçilerin ölümüyle, ne döviz kurları dalgalanıyor.

Hem bir çırpıda “kader” deyip geçiliyorken, değer mi şimdi can sıkmaya?

Nasılsa kimse sorumlu sayılıp, hesap vermiyorken gerek var mı dert etmeye?

Yaşadığımıza ne kıymet veriliyor da, öldüğümüzün kıymeti olsun?

Ne ucuza yaşayıp, ne ucuza ölüyoruz işte; daha ne olsun?

Beytullah Önce / Sakarya Yenihaber

 

Bir cevap yazın