Şüphe yok ki insan elbette azar

“Şüphe yok ki insan elbette azar” ya da başka bir mealiyle, “Gerçek şu ki insan fütursuzca azar.”
Alâk Suresi’nin altıncı ayetinde var bu vurgu ve gerçekten önemli.
Fakat ayetin devamında, bu halin bir şarta bağlandığını anlarız.
O şart da insanın kendisini müstağni görmesidir.
Müstağnilik, kişinin kendi kendisine yeterli olduğu inancıdır.
Bu inancın oluşmasında da çeşitli nedenler söz konusudur.
Kimisi malı mülkü nedeniyle müstağni görür.
Kimisi soyundan sopundan dolayı.
Kimisi gücünden mevkiinden sebep kibirlenir.
Kimisi elde ettiği imkanlardan ve iktidardan aldığı güç ile kendini müstağni görür.
Kimisi kendi yeteneklerinden dolayı büyüklenir.
Kimisi eline geçen servetten, zenginlikten dolayı ihtiyaç sahibi olmadığını düşünür.
Velhasıl, insan, kendisinde üstünlük vehmettiğinde, kendisinde güç, iktidar ve büyüklük gördüğünde, kibirlendiğinde ve ona kendisinden büyük olan bir varlık hatırlatılmadığında ya da hatırlatılmasına rağmen o uyarının hakkını vermediğinde azar.
Malın, servetin, gücün, makamın, iktidarın, imkanın, bilginin yada yeteneğin bir imtihan vesile olduğunu unuttuğunda; kendisine bu nimetleri verenin maksadını göz ardı ettiğinde, elindeki sebebiyle kendi kendine yeterlilik hissine kapıldığında; onun doğru yoldan şaşmama olasılığı kalmamıştır.
Hatırlayalım, Karun’u.
Ne diyor Allah kendisi hakkında?
“Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı.
Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu.
Hani kavmi ona demişti ki:
“Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.”
Gerçekten Karun, kendisine verilen zenginlik ile azmadı mı, şımarıp büyüklenmedi mi?
Büyüklendi.
Peki bu misali sadece geçmişin kıssası olarak mı düşünülmeli?
Bu hal sadece eskilerin başına mı gelmiştir?
Şüphe yok ki hayır!
İnsanlık, bugün de helaka uğramış kavimlerin hali üzeredir.
İnsan geçmişte olduğu gibi bugün de fütursuzca davranış içindedir.
Refah içinde, saltanat ile sefahat süren niceleri var ki; elindekiler nedeniyle büyüklenmekte, kibirlenmektedir.
İnsanların kendisine emanet ettiklerinin de, Allah’ın imtihan vesilesi kıldıklarının da kıymetini kendinden bildiği için müstağniliğe kapılmaktadır.
Hikmetinden sual olunmayacağını sanmaktadır.
Güçten, imkândan, makamdan, mevkiden hiç düşmeyecekmiş gibi davranmaktadır.
Eline geçeni yalnızca kendisine layık bilmekte, eline geçmesinin nedenini de ona yalnızca kendisinin layık görüldüğünü düşünebilmektedir.
Bu fasit dairenin içinde, kendisini uyaran, düzelten, hakkı tavsiye eden çıkmadığında azgınlığı geçen zamana bağlı olarak artmaktadır.
Bu aslında nasıl bir kayıptır, keşke bilinse.
Üç günlük fani dünya saltanatı için aslında neyden geçildiği hatırlansa, insan belki de haddini bilecek ve azmayacaktır; fakat kalbe giren kibir, akıldan ferasetin de çıkmasına sebeptir.
Nefsinin elinde kulluğunu unutup köleleşen insan, uğrayacağı helâkın müsebbibidir.
İfsadın, kibrin, azgınlığın örgütlü bir güce dönüşerek toplumu sürüklediği felaket ise cehennemin yeryüzünde zuhur etmesidir.
Cennet, bu dünyada mümkün değildir.
Fakat insanın azgınlığının yeryüzünü fesada uğratıp, cehennem çukuruna dönüştürmesi mümkündür.
Bu hal üzereyiz, bu hal üzere sürükleniyoruz; keşke görebilsek.

Beytullah Önce / Sakarya Yenihaber

 

Bir cevap yazın